tag:blogger.com,1999:blog-31890359880646367002024-02-19T03:01:35.055-08:00Ağaçtaki EvAğaç yaş iken eğiliyorsa, biz ağaçta ev yapalım. Mustafa EyyüboğluMustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comBlogger14125tag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-55668977568358572712019-02-25T07:52:00.001-08:002019-02-25T07:52:12.110-08:00Yeni Yazılarım Sonsuz Ark'ta<div style="text-align: center;">
Sonsuz Ark'taki yazılarım için <i><b><a href="https://www.sonsuzark.com/search/label/Mustafa%20Eyy%C3%BCbo%C4%9Flu" rel="nofollow" target="_blank">lütfen tıklayınız.</a></b></i></div>
<div style="text-align: center;">
<br /></div>
<div style="text-align: center;">
<img height="263" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNzAG-YQUlZ6I46LczRrIScxvfRBDDPPA_6pD9mdTF_AZIfcADs8JzUkLOmvvMFL1vn7pTQEx7fl7g-VIVvu5y1Jn15htxieYbL6hJxBM2mW_2UCSuQ_88dZvuhfY-Y5b3s5Rnf3GcWM1c/s400/a%25C4%259Fa%25C3%25A7taki+ev.jpg" style="font-family: times, "times new roman", serif;" width="400" /></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-80227928880097873712012-05-10T09:56:00.002-07:002016-02-26T14:28:23.730-08:00Derin KaranlıkGözlerindeki derin karanlığı gördüğümde bir tuhaf olmuştum. Derindi karanlık; apaçık görüyordum. Dudaklarından def ediyordu bu karanlığı; Allah’tan gelene boynumuz eğik dercesine. Cildi bembeyazdı; kemikleri irileşmişti ya da erimiş etinden kemikleri irileşmiş görünüyordu.<br />
<br />
Ona: “Ölümden kaçış yok, biliyorsun!”, dedim, yekten. Gülümsedi. “Eğer vaktin gelmemişse, doktorun ne dediğinin önemi yok!” Başını salladı. Allah’a itimadını yineledi.<br />
<br />
Sohbetin yönü değişti, gitti; biraz sonra. Uzaktan akrabamızdı; iyi bir insandı. Kendimi onun yerine koymaya çalıştım. Kaçınılmaz olanı hepimiz biliyorduk; ama kaçınılmaz olanı adım adım, her gün düşünerek idrak etmek, herhalde sınanmanın en büyük anlarını bizzat, bilfiil yaşıyor olmak demekti. Ve hakikaten zordu; çok zordu.<br />
<a name='more'></a><br />
Akşam namazını kıldık birlikte…Onun heyecanla okuduğu dualar doluştu kulaklarıma. Namaz sonrası Annem’in kortizon tedavisinden bildiğim, ancak annemde uygulayamadığımız tembihleri ona ve öğretmen olan oğluna bir bir sıraladım. Kemoterapi başladığında misafir kabul etmeyecekti. Misafirden gelebilecek muhtemel bir enfeksiyonun onu hırpalayacağından bahisle, hastalığını ve tedavisini kabullenmesine yardımcı olmaya çalıştım.<br />
<br />
Biraz da doktoru çekiştirdik; hastalığı yüzüne karşı, ansızın söylemişti doktor, “Bunu yapmak, benim görevim,” diyerek. Eskiden, “zayıfladı, bir deri bir kemik kaldı, öldü veya ansızın gitti ya da uyduğu yerde gitti” derlerdi; insanlar hastalandıklarını bilmez, hastalığın acılarını hissetmeden, azar azar giderlerdi. Ama öleceklerini bilmezlerdi. Şimdi; her şey o kadar haşin yaşanıyordu ki; ölüm bile zorlaştırılmıştı neredeyse. İyi miydi, tedavisi olmayan hastalıktan haberdar olmak; değil miydi, bilmiyordum. Ama bana göre iyi değildi.<br />
<br />
Eve dönerken zihnim karışıktı. Zor’un ne olduğunu, insan ancak o zoru yaşarken idrak edebiliyordu. Biraz sonra unutacaktık onu ve hastalığını muhtemelen ve o unutamayacak olduklarıyla baş başa kalacaktı. Zor buydu ve bununla başa çıkmak her babayiğidin harcı değildi. “Daha önceki hastalık beni zayıf düşürmeseydi, bunu yenerdim,”, demişti; yeneceği umudunu yitirmiş olduğunu hissettirerek. “Yine yenersin, inşallah!” dediğimde ben de kuşku yoktu; ama empatik bir endişe sarmıştı beni de. Ölecektik, hepimiz kuşkusuz ölecektik; Allah’a dönecektik ve olması gereken tek şey, Allah’a tertemiz bir kul olarak dönmekti.<br />
<br />
Bu duyguyu birkaç kez yaşamıştım aslında. Sanırım ortaokul ikideydim ilk hissettiğimde. Bir trafik sergisinde bir resim görmüştüm; asfaltın ortasında, yerde kopmuş bir kafa vardı ve gözleri bana bakıyordu. Tam bir hafta, hayatın her an sona erebileceğini düşünmüştüm; sürekli namaz kılmış ve dua etmiştim.<br />
<br />
Annem’i gönderdiğimizde, annemi gönderdiğimizi unuttum; babama sıra geldiğinde onu bir süre görmeyeceğimi düşündüm. Ölümü ötelemek insanın en büyük hayali; ben ötelemiyordum, ötelemiyordum, ama her canlı gibi ölümü yaşamadan algılayamadığım için onu düşünmek istemiyordum.<br />
<br />
Ölüme de alışmıştım aslında. Anne ve babamın mezarına gittiğimde, orasının onların evi olduğunu ve onları ziyarete gitmiş olduğumu düşünerek onlarla konuşmak; fakat buna karşılık onların artık orada olmadığını bilmek ve bir gün onların olduğu yere gitmenin de zamanının geleceğini bilmek, ölümü bilmekten daha öte bir şeydi.<br />
<br />
Babamla annemin mezarını ziyarete gitmiştik; şimdi ikisi yan yana yatıyorlardı. Bir gün onların uzandığı o toprak bizi de yanına alacak ve çocuklarımız, torunlarımız gelip başımızda dua edeceklerdi. Dua edeceklerdi; dua edemeyecek olan bizler için. Kabul olmasını içtenlikle dileyerek; taksiratımızın affedilmesini isteyeceklerdi gözleri dolarak. Hatırların içinden süzülüp gelen doğruları ve yanlışları iç içe hissederek. Çaresiz ağlayacaklardı; saklayacaklardı gözyaşlarını çocuklarından. Dua edeceklerdi, dua edeceklerdi; dua edeceklerdi ve ölümü hatırlayacaklardı; Ölümü hatırlayarak hayatın karanlıklarından uzak kalmaya çalışacaklardı.<br />
<br />
Ölüm hayat için bir dersti; hem de en amansızından…Yaşlıları, hastaları, mezarlıkları ziyaret etmeyenlerin asla alamayacakları bir ders.<br />
<br />
Umarım yol bittiğinde, ölümden aldığım dersi unutmazdım. Umarım hayatın karanlıkları hep ölümüm hatırlatıcılığıyla kaçıp kurtulacağım karanlıklar olurdu. Ölümü gördüğümde gözlerimden okunacak bir karanlık olmazdı hayat.<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiSekiz Mart İkiBinOnBir- <b>Onüç</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-5319192664098384602012-05-10T09:55:00.001-07:002012-05-10T09:55:24.912-07:00Saçların Neden Bu Kadar Gür, Ey Şık-İhtiyar Öğretmen?<i>“Bu yazı, bu güzel ülkenin sahipsiz güzel, şirin ve zeki çocuklarına atfen yazılmıştır.”</i><br />
<br />
On sekizlik delikanlınınki gibi dalgalı, gür ve siyah beyaz saçlarını itina ile taramıştı; pahalı ceketinin içinden görünen, kaliteli çizgilerini muhafaza etmekten ziyade illaki göze batırmak için didinip duran gömleğine ve pahalı gömleğinin düzgün yakalarını bir araya getiren kaliteli kravatına bakıyordum ben, o konuşurken. Yaşı bana öğretmenlik yapacak kadar vardı; bense on yedi yıllık bir öğretmendim ve onun şu anda yaptığı konuşmayı yapmak aklımın ucundan bile geçmezdi.<br />
<br />
Dilimi ve gözlerimi kontrol edemeyeceğim endişesiyle başımı öğretmenler odasının onun olmadığı diğer kısımlarında gezdirmeye başladım. Oda sıcaktı. İki tane bilgisayar vardı duvarın kıyısında. Tombul tombul babaanneler öğretmenler odasına girip çıkıyorlardı, onlara ve şık dedelere öğretmenim diye sesleniyordu bir kaç güzel-şirin çocuk.<br />
<a name='more'></a><br />
Şık-ihtiyar delikanlı konuşuyordu hâlâ. Bizim büyük tomurcuğun geçen yılki matematik öğretmeniydi. Bugünküne benzer bir sebeple tanışmıştık. Önce bizim hanım tanışmıştı, sonra da ben. Performans ödevi denen bir hilkat garibesi yüzünden epeyce düşük gelen bir puan – 80 puan- yüzünden altıncı sınıf öğrencisi olan oğlumuz üzülmüştü. Sınav puanları 95 ila 100 arasındaydı. Ve Performans ödevini bizzat ben denetlemiştim. Hanım, düşük puanın nedenini öğrenmek için görüşmeye gitmiş ve o görüşmede çocuğun babasının da matematik öğretmeni olduğunu söylemiş. Bizim şık-ihtiyar hemen tavrını değiştirmiş o yukarılarda gezinen burnunu çocuğa doğru eğerek 90 derecelik şirinlik pozlarına bürünmüş.<br />
<br />
Daha sonraları ben de şık ihtiyarı ziyaret ettim. Hâsılı mesele derinleşmeden ortadan kalkmıştı. Meselenin ortanda kalkması midemi rahatsız etmişti. Madem yetersizdi performans ödevi, hiçbir görüşme bu yetersizliği giderememeliydi. Madem yeterliydi, o zaman neden sınav puanlarından daha düşük bir puanla çocuğun psikolojisine, bizim zihnimize kezzap döktün? “Vay, sahipsizlere!” diye hayıflandığımı hatırlıyorum.<br />
<br />
O günden sonra bizim tomurcuğun öğretmenine güven duymadığını da fark ettim. Mesleğim adına üzüntü verici bir durumdu. Meslektaşım adına daha kahredici bir durum. Bu ülkenin güzel, şirin ve zeki çocuklarına ve bütün ebeveynlere karşı devletin ve milli eğitimin bu öğretmenin ve benzerlerinin şahsında yaşattığı zulmün varlığına üzüldüm.<br />
<br />
Bu meseleden sonra, şık ihtiyarın bizim tomurcuğa birkaç kez bir ders saati süresince bağımsız ders anlattırdığını; kendisine gelen soruları çözmek üzere bizim delikanlıya yönlendirdiğini de öğrenmiş bulundum. “Seni yetiştirmek üzere, sana sorumluluk yüklüyor, oğlum!” desem de bana pek inanmadı sanırım.<br />
<br />
Şimdi onu dinlerken, oğlumun yeni öğretmenini bekliyordum. Yeni dediğim, bizim şık ihtiyarın bir kopyası; sadece bu yıl matematik derslerine o girdiği için yeni. Sebep geçen yıl ki sebeple aynıydı. İlk iki sınav puanı 100, performans puanı 80. Ben anlatınca şaşırır gibi oldu şık ihtiyar. “ Yapmaması lâzımdı, sizin çocuk çok iyi.” der gibi oldu, sonra sustu. “Buralardaydı, derse girdi galiba” dedi bana,”bekleyin, gelir birazdan.” Ben de beklemeye başlamıştım ki; bir veli daha geldi.<br />
<br />
Başka bir ilden yeni nakil bir öğrencinin velisi. Veli, itibarlı bir devlet dairesinde genel sekreter. Ona izah ediyorlar, bende el mahkûm dinliyorum. Midem kalkıp duruyor, babaanne öğretmenin üst perdeden beylik laflarını dinlerken. “Bilgi eksikliği falan var!”, diyor veli, “geldiğimiz okulda birçok öğretmenin tayini çıkmıştı, çocuk zorlandı.” “Evet”, diyor fen bilgisi öğretmeni babaanne, “bilgi eksiği var; baktım henüz kuvvet konusuna bile girmemişler, ben nasıl eksiğini gidereyim?” Oysa gencecik öğretmenler merkezdeki okullara gelmek için onların emekli olmalarını bekliyorlar. Çok azı aynı yetersizlik itiraflarına mazeret diye sığınacaklarsa da pek çocuğu muhakkak bir çözüm bulacak şekilde yetiştirilmişlerdi.<br />
<br />
O ara söz nasıl değişti, ne oldu da bizim şık ihtiyar konuşmaya başladı, tam olarak hatırlamıyorum. Gâliba bizim son tomurcuk elinde mini bir kola şişesiyle yanıma geldiğinde onunla ilgilenmiştim ve geçişi kaçırmıştım.<br />
<br />
Ne yapsak vazgeçirememiştik koladan. Bir fırsat bulup ağabeyi ile birlikte kantine gitmişler ve elinde kolayla dönmüştü.<br />
<br />
“İsteksizler” diyordu şık ihtiyar,” ilk defa hafta sonu kursu açtım, parasında değilim, sırf inat olsun diye açtım kursu, ama isteksiz ve ilgisizler; bir daha asla kurs açmam!”<br />
<br />
Sözleri bitince kollarını kucağında birleştirmişti beylik bir pozla. Gözlerimi ve dilimi o ara kaçırmıştım önümdeki trajediden. İçimde fırtınalar kopuyordu. “Hafta içi veremediğini, hafta sonu nasıl vereceksin?”, diyordum. “Hafta içi senden öğrenemeyen hafta sonu sana neden gelsin? Dershaneye gitmeyen tek öğrencin bizim tomurcuktu, öğrencilerin dershane varken sana neden gelsinler? Sen varken öğrencilerin neden dershaneye gitme gereği duyuyorlar? Parasında değilsen neden parasında değilim diyorsun; parasında değilsen neden kurs açıyorsun? Şehrin en popüler semtlerinden birinde yaşayan bu çocuklar, evlerinde her türlü teknoloji ile başbaşalar, sen neden bilişim teknolojilerini kullanarak çocukların öğrenme performanslarını arttırmıyorsun? Sen neden kurs açma gereği duyuyorsun? Okul müdürün neden kurs açılmasına yönelik mesajında emirdâr bir dil kullanıyor? Neden ta üçüncü sınıftan itibaren çocuklarımızı hafta sonunda açılacak kursa zorluyorsunuz? Şu lanet olasıca kurs sizin yetersizliğinizin delili değil mi? Söylesenize dürüstçe; siz para için değilse ne için kurs açıyorsunuz? Yaşınıza yazık değil mi? Çocuklarımızın kişiliklerine, güvenine, geleceğine yazık değil mi? Daha şık giyinmek için mi yapıyorsunuz bütün bunları? Nerede vicdanınız, nerede vatan sevginiz, nerede yeni nesil kaygınız, nerede 1739?”<br />
<br />
İçimdeki fırtınayı dindiremiyordum.<br />
<br />
“Sizden ders alamayanları cezalandırmak için mi bu performans denen hilkat garibesi? Ortalamasını düşürdüğünüz çocukları kendinizi mahkûm etmek mi niyetiniz? Siz, kendiniz acaba onların hazırladığı performans ödevini yapacak kapasitede ve yeterlilikte misiniz? Powerpoint kullanmasını biliyor musunuz? Ya word, excel dosyası? Öğrencilerinizin başarı grafiklerini hazırlayabiliyor musunuz? Başarı-başarısızlık analizi yapıyor musunuz? Uyduruk saçma sapan zümre toplantılarınızda neyi tartışıyorsunuz? Beceremiyorsanız çekip gitsenize, emekli olsanıza!”<br />
<br />
Kızgınlığım gözlerime ve dilime çok çabuk yansır, o yüzden suskundum ve başka yerlere bakıyordum; oğlumun geçen yıl ki matematik öğretmenini dinlerken, bu yıl ki matematik öğretmenini geçen yıl ki aynı nedenle sabırsızca bekliyordum. Ama bir türlü gelmiyordu. Sanırım gelmeyecekti; ertesi gün tekrar gidecektim. Öğretmenler odasına sığamıyordum.<br />
<br />
Bizim son tomurcuk elinde kola şişesiyle uğraşıp dururken, bizim şık ihtiyar tekrar yanımıza geldi ve: “Kola içmemelisin.”, dedi son tomurcuğa; eline dokundu ve ona: “ Eğer kola içersen derin pütür pütür olur.”<br />
<br />
Ne demeliydim?<br />
<br />
Bu kadar ince düşünceli olan yaşlı meslektaşım, acaba ben halktan biri olsaydım gelip çocuğuma bunları söyler miydin? Keşke söyleseydin, keşke benim meslektaşın olduğumu öğrenmeden önceki yüzünü ve öğrendikten sonraki yüzünü hatırlamasaydım ben. Keşke, Hanım, “birdenbire değişti “ demeseydi senin için.<br />
<br />
Uzmanlar, saçların genellikle stres, genetik nedenler, hava ve su özellikleri ile beslenme alışkanlıklarına bağlı olarak döküldüğünü söylerler. Öğretmenlik, adı üstünde stresin yoğun bir şekilde yaşandığı bir meslek. Söyle bize senin saçların niye bu kadar gür, ey şık-ihtiyar öğretmen?<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, OnAltı Aralık İkiBİnOn- OnikiMustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-69460088366687645372012-05-10T09:53:00.001-07:002012-05-10T13:18:31.747-07:00İçimizde Çöreklenen Faşizm Yılanı“İnsan, beyninin tamamını kullanmıyormuş, baba!”, demişti bizim evin tomurcuklarından biri. “O zaman kullanılmayan kısımları çıkaralım, oğlum!”, diyerek gülümsemiştim. “O zaman yaşayamayız ki, baba!” diye şaşkınlıkla yüzüme bakmıştı. “Demek ki, hepsini kullanıyormuşuz. Sadece hangi kısmın ne için kullanıldığını henüz bilmiyoruz, babacığım!”, dediğimde de rahatlamıştı. Ön yargıların başkahramanı biz büyükleriz, en çok öğretmenlerimiz. Bazen öyle büyük lokmalar yutuyoruz ve çocuklarımıza yutturuyoruz ki; büyük lokmaların çocuğun boğazında kaldığını yıllar sonra fark ediyoruz. Ama iş işten geçmiş oluyor.<br />
<br />
Çocuklarımız beyinlerinin bilmem kaçta kaçını kullanan dâhileri öğreniyorlar. Ardından bir dâhi olamayacaklarını düşünüp, ilk ve en kolay yola sapıyorlar; boğazlarında kalan en büyük lokma ile kaçıyorlar. Böylelikle o muhteşem eleştirel bakışlarını hayatın karmaşık olmayan ayrıntılarına yöneltmeye alışamıyorlar. İsyancı karaktere sahip olanlar, dâhilerin kendileri gibi çocukken dâhi olacaklarını bilmediklerini düşünüyorlar arada bir. Bu buluşları da onları kışkırtıyor.<br />
<a name='more'></a><br />
Zamanla bu isyancı çocuklar kendilerini taşıyamayacağına inandıkları her türlü sisteme başkaldırıyorlar ve enerjilerini ailesiyle, çevresiyle mücadele etmeye ayırmak zorunda kalıyorlar. Onları anlamakta zorlanıyoruz. Onları kendi düzeneklerimizle uyumlu olmaya zorluyoruz. Çatışmalarımız çeşitlendikçe, onları yakın çevremize şikâyet ediyoruz. Sanki bizden kendisini eleştirmemizi istemişler gibi onları sık sık eleştiriyor ve karşılığında eleştirilerimizi önemseyip tam istediğimiz gibi olmalarını bekliyoruz. Biraz değil çokça faşizan bir duygu bu aslında; hepimizin içine çöreklenmiş bir yılan.<br />
<br />
Meclis’te bir vekil şöyle haykırmıştı geçen gün: “Varlığım, niye Türk varlığına armağan olsun ki; ben Kürdüm!” Diyenin temsil ettiği siyasi düşünce, söylediği hakikate perde olsa da gerçek buydu. 18. Milli Eğitim Şurâsı’nda ilköğretim okullarında her gün törenlerde okunan ‘Andımız’ın pedagojik olmadığı fikri ileri sürülmüş ve kaldırılması oylanmıştı. Aslında yerinde bir öneriydi. Faşizan duygulardan uzak demokratik bir anket düzenlense, çocukların hemen hepsinin haftanın beş günü bu angarya ile meşgul olmaktan sıkıldıklarını öğrenebilirdik. Onları özellikle ilköğretim üçüncü sınıfa kadar hiç izlediniz mi bilmiyorum; o kadar masumlar ki. Her sabah yemin ettiklerinin o kadar farkında değiller ki.<br />
<br />
Onlar ilk üç yıl ne dediklerinin farkında olmadan, masum bir şekilde öğretilenleri ve istenenleri yapmaya devam ediyorlar. Büyüklerinin kendileri için iyi ve güzel şeyler düşündüğüne ve bu amaçla kendilerine bir şeyler yaptırdıklarına inanıyorlar. Fakat dördüncü sınıfta yemin ettiklerini fark edince bunu yapmak istemiyorlar. Altı ve yedinci sınıflarda her gün yemin eden çocuklar ‘bir gün çarpılacaklarını’ düşüne düşüne andı söylemekten çekiniyorlar. Büyüdük sıra azarlanmamak için dudaklarını kıpırdatıp duruyorlar. Beğenilmeyince and tekrarlanıyor. Bu böyle sürüp gidiyor. O masum çocukları ikiyüzlülüğe zorluyoruz.<br />
<br />
Hele bir de etnik olarak Türk olmayan öğrencilerin çoğunlukta olduğu yerlerde ‘Andımız’ı söylemek ve söyletmek öğrenci, öğretmen ve idare için gerçek bir işkenceye dönüşüyor. Çocuk sorguluyor, gereksiz bir gerginliğe ve ayrımcılığa taşınıyor düşünceleri. Yılan zehrini ilk kez burada beyinlere enjekte ediyor. And, birlikteliğe değil, ayrımcılığa zemin hazırlıyor. Bir defa bu anayasaya aykırı bir eylem.<br />
<br />
1982 Anayasa’sının Kanun Önünde Eşitlik’ten bahseden 10. Maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Fıkrasına ek olarak 12 Eylül 2010’da yapılan halk oylaması ile eklenen “Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” fıkrası ‘Andımız’ın anayasal dayanağı olmadığını göstermektedir.<br />
<br />
Bu eylemin açıkça Türk ırkı lehine eşitliği bozduğunu hiç kimse inkâr edemez. Ve Devlet organlarından biri olan Milli Eğitim Bakanlığı bu işleminde eşitlik ilkesine aykırı davranmaktadır. Yeni düzenlemeye göre de çocuklar için alınacak eşitlik tedbirlerinden biri olarak ‘Andımız’ kaldırılabilir. Çocuk, kanun önünde ırkı dolayısıyla eşit haklara sahip bulunmamaktadır.<br />
<br />
Anayasa’nın, Kişinin Hakları ve Ödevleri Kişinin Dokunulmazlığı, Maddî ve Manevî Varlığı’ndan bahseden 17 Madde: “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbî zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz.” Sınırlamasıyla da işkence ve eziyet yapılamayacağını söylemektedir.<br />
<br />
Burada dikkat edilmesi gereken mesele ‘Andımız’ın bir işkenceye dönüp dönüşmediği meselesidir. Buna elbette hukuk karar verecektir. Şurâ’da ‘Andımız’ın pedagojik olmadığı söylenmişti, kaldırılma teklifinin gerekçesi de buydu. Kendi ırkı dururken diğer bir ırkı yüceltmek bir çocuk üzerinde nasıl bir baskı oluşturur, hiç tartışıldı mı? Buna cesaret edilebildi mi? Çözüm bulalım deniyor, çocukken kendi ırkı ile ilgili sorunlarla karşılaşan bir zihnin/beynin yutabileceği bir lokma mıdır bu lokma? Bu çocuklar beyinlerinin kaçta kaçını dâhi olmak için kullanabilecekler?<br />
<br />
Onaylamadıkları zorlamalara karşı harcayacakları enerjilerini, daha gerçekçi ve kucaklayıcı pedagojik eylemlerle yönetemez miyiz? Herkesin maddî, manevî varlığını korumasını sağlayamaz mıyız? Bir çocuğun ırkı hangi varlık türüne girer? Taş atan çocukların kollarındaki gücü işte bu faşizan dayatmalar besliyor. Yüreğinden yakalıyorlar çocukları.<br />
<br />
Yine Anayasa’nın, Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları’ndan bahseden 41.Maddesi’nde:” Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.”emri var. Andımız istismara girmiyor mu? Devlet neden üstüne düşen görevi yerine getirmiyor peki?<br />
<br />
Eski Milli Eğitim Bakanlarından Reşit Galip tarafından yazılan andın hikâyesi çok tuhaf. 1932 yılında bakanlık görevine getirilen ve bir yıl bu görevi sürdüren Reşit Galip, 23 Nisan 1933’te Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyaretinde, “Sabah çocuklara bir şey söylemek istedim o anda bu ant çıktı. Çocuklara armağanım olsun.” diyerek, metni Atatürk’e sunmuş. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu da 10 Mayıs 1933’te 101 sayılı kararı ile öğrenci andını uygulamaya koymuş. Ne sosyoloji, ne psikoloji ne de başka bir vizyon. Sebep olduğu milyonlarca travmaya göre bu hikâye gerçekten hafif kaçıyor.<br />
<br />
Atatürk’e isnad edilecek olan bu akıl dışı tutumlar değildir. Bilhassa ““Ben size hiçbir dogma veya doktrin bırakmıyorum. Benim doktrinim müspet ilimdir!” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1968, s.13)diyor Mustafa Kemal Atatürk. Müspet ilmin, yani sosyoloji’nin, pedagoji’nin, psikoloji’nin ne dediğini bilmemiz gerekiyor.<br />
<br />
Bu tehlikeli konu hakkında araştırma yapanlar da var.‘İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı” konulu yüksek lisans tezini “Sevgili Atatürkçüğüm” adıyla yayımlayan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Esra Elmas, “Andımız” hakkında: “Resmî söylemin kurguladığı “makbul vatandaş”ın bütün bileşenleri var bu andda. Türk olmak ya da kendini Türk olarak tanımlamak konusundaki güçlü vurgu, Türk milletinin varlığının bireyin varlığından daha önemli olması ve tüm bu bileşenlerin Atatürk’e referansla çocuğa öğretiliyor olması... Öncelikle bu, hiyerarşik olarak çocuğun dezavantajlı olduğu bir iletişim biçimi. İkincisi, farklı kültürlerin yasadığı bir coğrafyada tek bir etnik kimliği öne çıkaran, milliyetçilik dozu yüksek bir uygulama. Bu ritüeli, okulda çocuğun tükettiği fiziksel ve zihinsel yapıyla birlikte ele alacak olursak, kısaca özgür bir birey olma potansiyelinin daha ilkokulda doğrudan sınırlandırıldığı söylenebilir. Baskıcı ritüeller bireyler için hakiki bir anlam yaratmaktan ziyade içi boşaltılmış semboller ve ezberlenmiş refleksler yaratmaktan öteye gidemiyor.” Diyor.( Sevgili Atatürkçüğüm: İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı – Esra Elmas, Hayykitap, 2007)<br />
<br />
Her şey bir tarafa Andın en can sıkıcı tarafı, henüz reşit olmamış bir çocuğa yemin ettirmek. Onun yemin algısı üzerinde tahrifat oluşturduğumuz zaman, ondan hiçbir mahkemede tanıklık ederken samimiyet bekleme hakkımız olmadığını, diğer insanlara güven verme hususunda yaşayacağı zaaflardan sorumlu olduğumuzu da unutmamamız gerekir.<br />
<br />
Çocuklarımıza beynimizin tamamını kullanmadığımızı öğretiyoruz, ama beynimizin tamamını kullanamayan bizler, çocuklarımıza beyinlerinin tamamını kullandırtmamaya çalıştığımızı söylemiyoruz. Söyleyelim isterseniz; yalanlarımızı besleyen yılanı söküp atalım içimizden. Türkçü, Kürtçü, bölücü, ayrılıkçı olmadan Faşist olmadığımıza önce biz karar verelim, sonra çocuklarımıza biliyorsak demokrasiyi anlatalım. Anayasa’ya uyalım önce. Çocuklarımızın beyinlerinde kullanılacak alanı genişletelim devletçe, hükümetçe, milletçe… O zaman bütünlüğümüze zarar gelmez.<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiYedi Kasım İkiBinOn-<b> Onbir</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-50777194681913771822012-05-10T09:51:00.000-07:002012-05-10T09:51:48.694-07:00Darbecilerin Kılık-Kıyafet Yönetmeliği Ne Zaman Tartışılacak?Uzay yürüyüşüne çıkmış olan astronotların o sonsuzmuş gibi görünen boşlukta neler hissettiğini bilmek isterdim. Çevrenin, insanların etkilerinden çok uzakta olmak, insanı daha mı özgür yapar? Özgürlük, baskılardan uzakta olmak mı demektir? Dünya’ya dönünce büyük bir rahatlamayla oh çekerler miydi? Bu soruları düşünürler mi, bilemiyorum, ama düşünmeleri ve cevaplarını gelip bize anlatmaları ne kadar iyi olurdu. Dünya’nın atmosferin baskısına, yerin çekimine alışkın olanlar için, uzayda dünyevî alışkanlıklarla hareket edememek özgürlük sayılamazdı. Baskılar olmayınca özgürlüğün de bir manası kalmıyordu. Gerçekle yüz yüze kalınınca yaşanacak kadar cesaret de gerektirirdi özgürlük.<br />
<br />
Bir şeyi daha merak ederdim, uzayda. Orada insan, o sonsuz karanlıkla sarılıp kuşatılmışken, kendisini yalnız hisseder miydi? Bu yalnızlığın içine korku mu dolardı? Boşluk doldurucu bu korku, yerini bırakacak güven duygusu mu arardı? Bir rüyâdan kaçmak için uyanmak yeterken, uzayın korkularından kaçmak için ne yapılabilirdi? İnsan her şeye gücü yeten Allah’ı anmayı akleder miydi?<br />
<a name='more'></a><br />
Berrak bir gecede yerin sakin bir tarafına oturup göğü seyretmek insanı korkutmaz. Aksine insana huzur verir. Uzanıp yıldızları tutamayacağını bile bile insan, göğün sonsuz karanlığının içinde özgürce dolaşabildiğini hayal eder. Hayalin gerçekle beraberken yaşattıkları uzaydaki astronotla yerdeki gök seyircisinin yaşadıklarının zıtlığında kendisini anlatıyor aslında. Gerçekle yüzleşmek korkutuyor, gerçeği apaçık görmek ürkütüyor. Baskıların esiriyken hayal kurmak, özgürlüğü aramak, özgürlüğü tasarlamak demek. Ama baskıların azaldığı yerde gerçekle yüz yüze kalmak korkutucu oluyor bazen. Mazeretlerin arkasına sığınamıyor insan.<br />
<br />
Baskılar, tam 13 yıl insanları yıldırdı. Üniversitelerin ikna odalarında insanlık dışı uygulamalarla başı örtülü gencecik kızlarımız her şeyden bezdirildi. Nedeni belirsiz bir nefretin kurbanları oldular. Nice genç kız çağdaşlık denen bukalemun bir kavram kullanılarak yükseköğrenim haklarını kullanmaktan men edildi. 1997 yılına kadar genellikle sorun olmayan başörtüsü, o yıldan sonra başı örtülü devlet memurlarının dışlanma, tehdit edilme ve işten atılma vesilesi oldu. Başı örtülü eşe sahip bürokratların fişlenmesi ile daha büyük ve acınılacak dönüşümler yaşandı. Kişilikler hırpalandı; koca koca bürokratlar eşlerinin başörtüleriyle kariyerlerini, atamalarını karşılıklı iki kefeye koymak zorunda kaldılar. Baskı vardı ve baskı özgürlüğü hatırlatıyordu. Bu en azından çok sonraya umut bırakıyordu.<br />
<br />
13 yıl sonra bugün, baskıların azaldığı, kısmi özgürlüklerin arttığı günleri yaşıyoruz. Uzay yürüyüşüne çıkan astronot gibiyiz. Alışkın olduğumuz baskıların baskın kodlarıyla düşünmek zorunda bırakıldığımızdan olsa gerek, özgürlükle ilgili hayallerimizi gerçeğe dönüştürmekte zorlanıyoruz. Gerçekle yüz yüzeyiz, ama özgürce düşünemiyor ve davranamıyoruz.<br />
<br />
Bir gürültü koptu siyasi partilerin başörtü sorunuyla ilgili görüşme- görüşmeme tartışmasında. İlköğretim ve lise öğrencilerinin durumları korkutmuştu muhalefet partilerini. İnanılmazdı. Hâlen kendilerinde başkalarının nasıl giyineceğini dayatma hakları olduğunu düşünmeleri, yaş gruplarına göre takvim yapmaları ve bunun müzakere edilebilecek bir konu olunduğunun sanılması hakikaten inanılmazdı. Bunlar halka özgürlük vaat eden siyasî partilerdi. Baskıların kalkması, onları gerçekle yüz yüze getirmişti ve nasıl davranacaklarını bilmiyorlardı.<br />
<br />
Baskıların kalkmış olduğunu, baskı gücü yüksek etkililerin yeni anayasa değişiklikleriyle güçlerini kaybetmiş olmalarından dolayı sanıyoruz veya umuyoruz. 1981 ve1982 yıllarında hazırlanmış Devlet okullarında görevli öğretmenlerle öğrencilerin ve Devlet memurlarının kılık kıyafet yönetmeliğinin uygulanıyor olması özgürlüğün ne olduğunu sorgulamamızı gerektiriyor. Darbe anayasası dediğimiz 1982 anayasasını özgürlükçü değişikliklerle yeni bir forma sokmaya çalışırken, darbe yöneticilerinin anayasada temeli olmayan başı açıklık ilkesini dayatan yönetmeliğini tartışamıyoruz bile.<br />
<br />
Anayasa’sını değiştirebildiğimiz darbecilerin yönetmeliğini değiştiremiyoruz. Gerçekle yüz yüze kalınca mazeret üretemiyoruz da, yazık! Fakat aynı yönetmeliğin birçok âmir hükmünün başı açık bayan memurlarca ve öğrencilerce açıkça çiğneniyor olmasına da kimse sorgulayıcı bir karşı bakış açısı geliştiremiyor. Çağdaş(!) olanlar çiğneyince normal, çağdaş(!) olmayanlar çiğneyince anormal.<br />
<br />
18 yaşına kadar velinin tasarruflarını benimseyip 16 yaşını dolduran genç kızı hâkim kararıyla(TMK M.12) evlendiren devlet, daha basit bir unsuru, giyim-kuşam gibi ayrıntıları kendi tasarrufuna alabiliyor. Bazı ileri görüşlü siyasetçiler, çocuk üzerinde ebeveynin giyim tasarruflarını baskı sayıp devletin yönetmeliklerini baskı saymayabiliyor. Başı zorla açtırmak ile başı zorla kapattırmak arasında ne gibi bir özgürlük farkı vardır? Devlet, çocuk üzerinde ebeveynden daha fazla hak sahibi olduğunu nasıl iddia edebiliyor?<br />
<br />
Uzay boşluğunda, dünyadaki alışkanlıklarla yürümek zordur muhakkak. Baskıların azaldığı güzel ülkemizde de eski alışkanlıklarla yeni yürüyüşler yapmak da zor oluyor. Öğretmenler arasında bir anket yapılsa, sanırım, ilköğretim çağındaki kız çocuklarının başlarını örtebilmelerini çoğunun hayal bile edemediklerini, bu durumu çağdışı bulacaklarını öğrenmek kimseyi şaşırtmamalı. Demokrasi ve özgürlük bandı bu kadar kısır olan eğitim camiasının yeni dönemi pek anladığı söylenemez.<br />
<br />
2008 yılında tüm okullarda ibadet edilecek mekânların oluşturulacağından bahsetmişti Milli Eğitim Bakanlığı. Galiba, korku tünelinde o konu da özgürlük sayfalarından silindi. Şimdi ise valilikler, her okulun önüne dikmek zorunda kaldıkları polis araçlarıyla güvenlik sağlamaya çalışıyorlar. Çocukların ve gençlerin uzay boşluğundan daha derin boşluklarda bunaldıklarından haberleri yok.<br />
<br />
İbadet etmeye alışkın gençlerin, arkadaşlarını olumlu etkileyeceğini ya da en azından kendilerini kötü alışkanlıklardan ve diğer disiplinsiz davranışlardan koruyabileceklerini düşünmek ve buna izin vermek okul önlerine polis dikmekten daha kolay değil midir? AB ülkeleri, her okulda dua odası düzenlerken ortaçağ karanlığına dönmüş olmaktan korkmuyorlar mı?<br />
<br />
Ortaçağ karanlığından bahsedenlerin ortaçağdaki baskıcı rejimlerden alacağı paylar olsa gerek. Atatürk, Batı’yı, modernleşme hedefi olarak gösterirken, okullarda dua odaları olduğunu çağdaş yobazlardan çok daha iyi biliyordu.<br />
<br />
Özgürlükle ilgili yürüyüşlerde yeni alışkanlıklar edinmemiz gerekiyor. Modern ve çağdaş eğitim, birey merkezli programlar üretirken bireyin ruh sağlığını önemsediğini açıkça gösteriyor. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu da bireyin maddi-manevi gelişimini hedefliyor. Anayasa’nın ilgili hükümleri de manevi eğitimi önemsiyor. O halde çağdaş yobazların kanunsuz baskılarını ciddiye almamanın vakti gelmedi mi?<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu , Sekiz Kasım İkiBinOn- <b>On</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-87511198784592110182012-05-10T09:49:00.001-07:002012-05-10T09:50:49.458-07:00Demokrasi Eğitimi ve Okulda İbadetBugün biraz ürktüm, biraz da sevindim. Yaz güneşlerine nispet edercesine bunaltıcıydı Ekim güneşi. Ceket sırtımda, kravat boğazımda; terledim. Bir umut sıçradı aklıma: AB uyum paketlerinde öğretmenler için serbest kıyafet başlığı var mı acaba? Gerçi serbest hükmünü duyduğumuzda serbestin derecesini nasıl ayarlayacağız bilemiyorum; ama şu sıkıcı büro kıyafetleri artık değişmeli.<br />
<br />
Seçilmiş üyelerden oluşan meclisler kanun yapıyorlar, kanunlar insanları sınırlıyor; kanunların doğumundan sonra da sınırlar keyfî olarak genişliyor ya da daralıyor. Birileri sıkılıyor, kanunları yeniden değiştiriyor; daralma ve genişleme bu kez daha sert yaşanıyor. Bizler de demokrasi dendiğinde bu acayipliği anlıyoruz. Asıl sıkıntım bu; terliyken ürktüğüm şey de tam olarak buna bağlı. Kavramsal tıkanmalarımız ve bu kavramlarla ilişkilerimiz, bu ilişkilerimizin sonraki nesillere aktarımı.<br />
<a name='more'></a><br />
Ürktüğüm zamanı anlatmak istiyorum önce. Ekim güneşi, öğleden hemen sonraki saatlerde yakıp kavuruyordu ortalığı. Dersteydim. Dersin kendi akışında geçip giden dakikalarından birinde, tüm öğrenciler anlattıklarımı dinler bir hâlde yüzüme bakarken, bir kız öğrenci ayağa kalktı, yakınındaki pencereye gitti ve açık olan pencereyi kapattı. Hemen arkasında oturan sınıf başkanı diğer kız öğrencim, söylene söylene ayağa kalktı ve kapatılan pencereyi tekrar açtı.<br />
<br />
Tartışmaya başladılar, sınıfın diğer köşelerinden de itirazlar duyuldu. Pencereyi kapatan kızcağız ‘Üşüyorum, o yüzden kapattım” diyordu, sınıf başkanı, “Biz bunalıyoruz, çoğumuz pencerenin açık durmasını istiyoruz”, diye cevap veriyordu. Sessizce izlemeye devam ettim; ders bölünmüştü bir kere.<br />
<br />
Üşüyen kızımız direniyor, başkan da sesini yükselterek baskı kurmaya çalışıyordu. Sessiz olunmasını istedim. Sınıfta üç pencere vardı ve kapı ile birlikte üçü de açıktı; hava akımı üşütecek derecede sertti. Terli sırtım da üşümüştü, ama pencerenin açık kalması kapalı kalmasından iyiydi. Üşüyen kızın kapattığı, başkanın tekrar açtığı pencereyi kapattırdım; diğer iki pencerenin açık olduğunu hatırlattım. Böylece dengeli bir çözüm bulmuş olacaktım.<br />
<br />
Son durumda sınıfın havası normale dönmüştü. Ancak başkan itirazlarına devam etti. “Demokrasi var, çoğunluk pencerenin açık olmasını istiyor.” Diyordu. Kısa boylu, zayıf bir kızımızdı; atkuyruğu yaptığı uzun saçlarıyla orantılıydı sesi. Bulduğum çözümü, daha iyi anlamaları için izah ettim. Ama ısrar sürdü; ikna olmuyorlardı.<br />
<br />
Israr ederlerse, tüm pencereleri ve kapıyı kapatacağımı söyledim. Dinlemediler. Kapıyı kapattım; şaşırdılar. Yine itiraz ettiler. Sınıfı benim yönettiğimi ve benim bu kararıma uymak zorunda olduklarını, istersem açık kalan diğer iki pencereyi de kapatacağımı ve daha çok bunalmalarını sağlayacağımı söyledim. “Demokrasi var”, diye itiraz ettiler. “Burası sınıf ve burada kurallar var”, dedim, “Sınıfı öğretmen yönetir, o kadar.”<br />
<br />
Gerçekten ürkmüştüm. Demokrasi diye bildikleri şeyin demokrasi ile ilgisi yoktu. Gelecekte bu neslin yaşayacakları sıkıntılar üşüştü zihnime; terim arttı. Kafalarında yanlış bir demokrasi tanımı vardı; bunu değiştirmeliydim. Çoğunluk sağlandığında her şey çoğunluğun istediği şekilde olacak, gibi dayatmacı bir düşünce yerleştirilmişti lise 1 öğrencilerinin kafasının içine. Bu korkunç bir şeydi; demokrasinin olmamasından daha korkunç bir şey. Biraz duygu sömürüsü yaptım. İtiraz eden erkek öğrencilerden birine: “Kızlar kendi aralarında böyle sert tartışabilirler, ama sen bir erkek olarak kız arkadaşının hassasiyetlerine daha fazla dikkat edebilirdin; nihayetinde üşüyordu”, dedim. Delikanlı irkildi ve utangaç bir tebessümle sustu.<br />
<br />
“Demokrasi, çoğunluğun azınlığı ezdiği sistem değil, çoğunluğun azınlığın haklarını da gözeterek, onlarla birlikte yaşadığı sistemdir”, dedim. Şaşkın bir halde birbirlerine baktılar. Çoğunluk kavramı kafalarını karıştırmış, yarıdan bir fazla kişinin onayladığı tüm kararların şeksiz şüphesiz uygulanabileceğine inanmışlardı ve bu inançlarında samimi idiler. Yaptığım açıklamanın onları bu derece şaşırtması beni de şaşırtmıştı. Hemen kabullenmişlerdi bu tanımı. Belliydi; katıksız inandıkları bu tanım geçmişte onların da canını sıkmıştı.<br />
<br />
İzah etmeye devam ettim. Onların çözüm bulmasını beklediğimi, buldukları şeyin çözüm değil, baskı olduğunu gördüğümde de müdahale ettiğimi ve çoğunluğun istediklerini değil de kendi istediklerimi yaptığımı ve karar verme/uygulama haklarını ellerinden aldığımı söyledim. Aralarındaki anlaşmazlıkları çözme becerileri gelişmezse birilerinin sürekli kendilerine müdahale edeceklerini anlattım. Bu anlatım sürecinde de kapının hâlâ kapalı olduğunu ve bunun farkında olmadıklarını belirttim. Terlemişlerdi ve konunun oluşturduğu heyecan anaforu dolayısıyla bunun farkında bile değillerdi. Kaybettikleri karar verme/uygulama haklarının yanında bir sürü kayıpları olmuştu.<br />
<br />
Konumuz mantığın son bölümü olan niceleyiciler ve ispat yöntemleri idi. Her, evrensel niceleyicisi ile Bazı, varlıksal niceleyicisini işlemiş, ispat yöntemleri ile ilgili çözümlemeler yapıyordum. Yaşadığımız demokrasi sorununu teori-ispat sürecinde kullanmış ve onları, mantıklı muhakeme sürecinde iyi bir örnekle düşünmeye yöneltmiştim. Demokrasi olmazsa neyin olacağını yaşayarak öğrenmelerini sağladığımı düşünüyordum. Endişeliydim de; ikna olmuşlardı, ancak bu değişimin kalıcı olup olmayacağını bilmiyordum.<br />
<br />
Gözlerine baktım; tatmin olmuşlardı. Sorunu konumuzla ilişkilendirerek çözmüş olmam hoşlarına gitmişti. Endişelerim geleceğe doğru sürüklense de biraz sevinmiştim. Hiç değilse mantıklı çözümlemeleri algılayabiliyor ve davranış değişikliğine gidebiliyorlardı. Sorgulama kapasiteleri sınırlı, yarım asırlık inatları nasırlaşmış yetişkinlerle iç içeyken onları öyle görmek iyiydi; iyi gelmişti bana.<br />
<br />
Bunalan sınıf havasına kaçırdığımız cereyanı davet emek için kapıya yöneldim ve kapı kolunu tutup çektim. O anda da zil çaldı. İyi dersler dileyip sınıftan ayrıldığımda, kendimi daha iyi hissediyordum; terli sırtım yine üşüyordu. Fakat büyük bir kavramsal üşümeyi 30 insan yavrusu için giderdiğim duygusuyla seviniyordum.<br />
<br />
Meclisler, kanunlar, keyfî genişlemeler, daraltmalar falan diye girdim söze. Gençlere anlatamadıklarım da vardı. Güzel ülkemizde o güzel çocukların kafasındaki demokrasi anlayışı bile yoktu. Onlar biz yetişkinlerden çok daha ilerideydiler; hiç değilse çoğunluğun kaybedilmiş haklarına sahip çıkma bilinçleri vardı. Seçilmiş iktidarlar çoğunluğun değil, azınlığın baskılarına maruz kalmaya devam ediyorlardı.<br />
<br />
Hiçbir kanunla yasaklanmamış olmasına rağmen okullarda ve öğrenci yurtlarında ibadet edilebilecek mekânlar yok hâlâ. Aksine bir hüküm olmadıkça, idareler ibadet yeri açma yetkisine sahipler, ama bunu yapacak cesarette idarecilerimiz yok. Laiklik bu hakların eksiksiz olarak verildiği bir sistemi gerektirdiği halde karşıt uygulamalar laiklik diye dayatılıyor. Ne tuhaf!<br />
<br />
AB diyoruz; oysa AB’de okullarda, yurtlarda ve hastanelerde talep oldukça dua ve ibadet odaları kolaylıkla açılabiliyor. Bu konuyu tartışmaya açsak ne gelir başımıza acaba? Adına Demokrasi dediğimiz, aslında demokrasi ile sadece formel kılıklarda benzeşen sistemimizde çocuklarımızın muhtemel sorularına nasıl cevap vereceğiz?<br />
<br />
Genişletilmiş kanunsuz yasaklar ve daraltılmış bireysel haklar cenderesinde birbirimizi kandırdığımızı gördüklerinde onları hayalî bir tanımla tanıştırdığımı düşünmeyecekler mi? Ben bu riski aldım; birlikte yaşamayı öğrenmeleri için; gelecekte de böyle bir sistem kurabilmeleri için; birilerinin gelip kapılarını kapatmamaları için.<br />
<br />
Havanda su dövmediğimi biliyorum. Umarım, havanda su dövenler insan olduklarını hatırlarlar.<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiBir Ekim İkiBinOn- <b>Dokuz</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-22793697047398316642012-05-10T09:47:00.000-07:002012-05-10T09:47:38.007-07:00Gel, Were, Come! - Git, Here, Go!“İyi akşamlar, Hocam!”<br />
<br />
İrkilmiştim. Duraladım ve sesin geldiği yöne, sağa baktım. Karanlıktı; hiçbir şey görünmüyordu. “İyi akşamlar!” Dedim ve yürümeye devam ettim. Ses, kaymakamlık lojmanının önünde nöbet tutan bekçiye aitti. Yüzünü görmemiştim, kendisini tanımıyordum; fakat o beni tanıyordu. Yürüyüşümden tanımıştı.<br />
<br />
Aylardır bu ilçedeydim ve herkesin akşam karanlığının çökmeye başladığı, akşam saat 4 gibi, erken saatlerde evlerine çekildiğini, ilan edilmemiş bir sokağa çıkma yasağına uyduğunu biliyordum. O saatlerden sonra kuytu köşeler, resmi kurumların çatıları sivil, resmi devlet güvenlik görevlileriyle doluyordu. Diğer evlerin ise damları, bahçe duvarlarının gerisi ve daha karanlık köşeler silahlı, roketatarlı PKK ve Hizbulkontr elemanlarıyla. Biz hiçbirini görmemiştik, fakat karanlığın sakladığı her şeyden haberdârdık.<br />
<a name='more'></a><br />
Öğrencilerimiz, halk gibi korucular ve diğer iki grup olmak üzere üçe ayrılmışlardı. Çok az oranda tamamen tarafsız öğrencilerimiz olmasına rağmen onların da her an üç gruptan birine dâhil olacağını biliyorduk. Ortak iki özellikleri vardı; hepsi Kürt ve hepsi silahlıydı.<br />
<br />
Yirmi dört yaşında gencecik stajyer bir öğretmendim, çayım bitmişti ve çay almaya yaklaşık üç yüz metre ötede bulunan markete gidiyordum. Sola L çizerek ilerleyen yolun hemen sağında kaymakamlık lojmanı vardı; gece gündüz korunuyordu. Vakit gece yarısı değilse bile yakındı.<br />
<br />
Uzun kış gecelerinde çayını, şekerini, sigarasını stoklayanlara inat, eksilen ihtiyaçlarım için saat kaç olursa olsun çıkar ve gece yarısına kadar açık olan tek markete gider, alır gelirdim. Bilirdim ki; bu yedi bin nüfusluk küçük ilçede herkes birbirini tanıyordu. Bir stajyer öğretmeni dileyen dilediği anda öldürebilirdi. Korkunun ecele faydası yoktu. O halde sıkıntı yapmanın da bir alemi yoktu. Vâde yettiyse mâni olamazdı hiç kimse. O halde ver elini özgürlük.<br />
<br />
Birkaç gün önce Star Gazetesi’nde, içlerinde makale yazarı psikoloğun da bulunduğu bir grubun Hakkari ile ilgili gözlemlerini okumuştum. Zaman devrildi, savruldu, geldi; o küçük ilçede yaşadıklarımı hatırlattı bana. Gezi grubu üyelerinin birkaç günde birbirlerinden şüphelenir hâle geldiğini, etnik kökenlerinin birdenbire önem kazandığını hissettiklerini okudum. Gayr-î ihtiyârıî gülümsedim. Ölümü tınlamaz bir hâle gelmeleri için birkaç gün değil, birkaç ay yaşamaları, hatta orada yaşamaya mahkûm olmaları gerekirdi. Birkaç günde yaşadıkları şeyler sadece hoş geldin safhasıydı ya da hoş geldin öpücüğü. Gizli, birbirine bağlı iki emir: Kork ve Korun!<br />
<br />
İlk yarı tatilinde baba evine dönme zamanımız geldiğinde fısıltı gazetesi bize bir haber uçurmuştu. Öğretmenler memleketlerine dönerken uçakla ya da konvoyla gideceklermiş. Gittim otogardan biletimi aldım ve otobüse bindim. Gizli emir tekrarlanmıştı. Ben yine emirde küçük bir değişiklik yapmıştım. Korkma ve Korunma! Fakat her şeye rağmen tedbirsiz olmak da ahmaklıktı. Birkaç gün sakal traşı olmamış ve kazak/mont/kot pantolon gibi bir seriyi giymeyi tercih etmiştim. Ne yazık ki; tedbirim otogarda çöpe gitti.<br />
<br />
Kimlik kontrolü için otobüse binen sivil polise, sivil polis olup olmadığından emin olamadığım için Milli Eğitim Bakanlığı Personel Kartımı değil de nüfus cüzdanımı göstermiştim. Yüzüme bakmış ve bana: “Mehmet Kasımoğlu’nu tanır mısın?” diye sormuştu. Ben sinirlenmiştim. Otobüsteki bütün yolcular dönmüş bana bakıyorlardı. “Orada ne yazıyor ?”dedim sertçe. “Mustafa Eyyüboğlu” dedi. “Ne alakası var sorduğunuz isimle ?” Yüzümdeki ifade ve telaffuzum yetmemişti sanırım. Biraz mazeret beyan edercesine: “Yüzünüz tanıdık geldi. Hiç Ankara’da bulundunuz mu?” Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Beş aylık gerginliği büsbütün üzerine boca ettim. “Yok, Memur Bey!” dedim, “Ne sizi tanıyorum ne de Ankara’da bulundum. Nüfus cüzdanımı alabilir miyim?” Yaptığı hatanın farkına varan sivil polis özür dileyerek otobüsten indi.<br />
<br />
Yol boyunca bütün yolcular bana bir teröristmişim gibi baktılar. Tedbir ters işlemişti. Polisin düşüncesiz hareketleri, dikkat çekmemek için tedbir alan beni dikkatle izlenen biri hâline getirmişti. Bir öğretmen değil, şüpheli biriydim artık. Yan yana oturduğumuz beyefendi 8 saat tek kelime etmedi. Güvenli sınırlara gelince ancak konuşabildi. O da öğretmendi ve benden şüphelenip tek kelime etmemişti.<br />
<br />
Gündüz başlayan yolculuğun sonunda akşam 8 gibi otogarda otobüsten inmiş, servisle şehir merkezine giderken kaldırımlarda yalnız yürüyen kadınları ve adamları görünce şok olmuştum. “Bunlar manyak mı, bu saatte sokaklarda ne arıyorlar?” demiştim içimden. O an acı gerçeği de fark etmiştim. O kanlı topraklarda gece bile olsa dışarı çıkmaktan çekinmeyen ben içten içe tehditleri ciddiye almışım meğer. Korkmuş ve korunmuşum. Ama ne korku ne korunma. Saldırı bir tür savunmadır, stratejisini uygulamışım da haberim yokmuş. Gerçi sonradan bana umursamazlığım yüzünden ‘Deli’ dediler ya, neyse.<br />
<br />
On altı yıl öncesi, böyleydi. Bugün İçişleri Bakanı’nın gidip gördüğü Hakkari ve yöresi ise hâlen öyleydi.<br />
<br />
Kork ve Korun! Emri verenin kim olduğunun önemi yoktu. Güneydoğu Anadolu insanı korkuyor ve korunuyordu. Kendi dilini konuşmaktan korkuyor ve konuşmayarak korunuyordu. Kendi tarlasına gitmekten korkuyor ve tarlasını ekmeyerek korunuyordu. Ezilmekten korkuyor ve yasası bulunan haklarını istemeyerek korunuyordu. Öldürülmekten korkuyor ve kepenk kapatarak, oy sandığına gitmeyerek korunuyordu.<br />
<br />
Şimdiler de çocuğunu okula göndermekten korkuyor; bakalım nasıl korunacak?<br />
<br />
Lisede törenlerde İstiklâl Marşını okuturduk okutmasına da iş ‘Kahraman ırkıma’ geldiğinde tüm sesler kısılırdı. Kendi aralarında Kürtçe konuşurken gördüğüm öğrenciler hemen özür diler Türkçe konuşmaya başlarlardı. Yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiştim. “Özür dileyecek bir şey yok, bu sizin diliniz elbette konuşacaksınız.” Dememe rağmen korunmaya devam ettiler.<br />
<br />
Bu korunma Batı illerinde de hâlen sürüyor farkındaysanız. Aşağılanmamak, horlanmamak için toplum içinde Türkçe konuşmaya çalışanlar azalmalarına rağmen varlar. Oysa aynı toplumun içinde, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça konuşanların hiçbir korkusu endişesi yok. Korkmadıkları için korunma gereği de duymuyorlar.<br />
<br />
Dilin Avrupalı olması dili meşrulaştırıyormuş meğer. Yerli dillerin meşruiyeti ise mümkün değilmiş. Kürtçe, Zazaca, Arapça, Lazca, Çerkezce, Rumca, Ermenice konuşanlara dönen öfkeli gözlerin yaydığı tehditlerin boyutlarına bakmaktan ve çözüm bulmaktan başka çâremiz yok. Allah’ın verdiği dili yasaklamak gibi bir utanç bu ülkede yaşandı. Yaptığı tahribat, ekilen zehirli tohumlar birçoğumuzun zihinlerinde hayat sürmeye devam ediyor ne yazık ki. Dindar görünenimiz bile bozuk bir Türkçe ile meramını anlatan bir insana küçümseyerek bakmaktan kendini alamıyor.<br />
<br />
Gün geçti, gitti benim gençliğimle. Fakat bir tohum atmıştım o günlerde. O günlerden beri dilimde tekrarlanan bir nakarat kaldı. Onları anlamak için Kürtçe öğrenmeye başlamış ve bir slogan üretmiştim. Sınıflarda, bahçede, toplumun içinde her yerde yeri geldikçe bu sloganı tekrarlıyordum. Binlerce lira ödeyerek öğrendiğimiz İngilizce ile ezmeye çalıştığımız Kürtçe’yi ,önceliği Türkçe’ye, ikinciliği Kürtçe’ye vererek, Türkçe ile eşitlemiştim. Gel, Were, Come - Git, Here, Go!<br />
<br />
Şimdi balkonda otururken yine gülümsüyorum, yine dilimde aynı nakarat var. Çünkü; on altı yıl önce yaptığım sıralama şimdi yerine oturuyor. O zaman bana ‘Deli’ diyorlardı. Kendi vatanında “Kork ve Korun!” emirlerinin artık bir hükmü yok; emir kimden gelirse gelsin.<br />
<br />
Hem artık çoğunun elinde silah yok; ellerine silah verip korkmalarını ve korkutmalarını isteyenlerin oyuncağı olmayacak gibi görünüyorlar.<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu,Otuz Eylül İkiBinOn-<b>Sekiz</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-80356748456133729932012-05-10T09:44:00.000-07:002012-05-10T09:44:48.376-07:00Dolunay’da Güneydoğu Hatıraları: “Can Cıkıcı Bir Ayrıntıdır Ölüm”Karşı blokun üzerinden görünüyor çocuksu hâli; gümüşten bir tepsi gibi asılı duruyor gökte dolunay… Balkondayım. İftar geçeli bir kaç saat olmuş, çay içiyorum. ‘Referandum yaygaracıları’ diyorum ben, işte onlar, elleriyle, ayaklarıyla, dilleriyle karabasan kovar gibi davranıyorlar; şaşırıyorum.<br />
<br />
İktidar tarafından halkın önüne bir şeyler konuyor, halk da gidecek oyunu kullanacak; o kadar. Ne bu abartı? Vatandaşın devlete karşı bir kaç kazanım elde etmesi, neden rahatsız ediyor birilerini?<br />
<br />
İnsanın dili, geçmişi sık sık terennüm etmeye; dikkati, hatıralarına daha sık yönelmeye başlamışsa, orta yaş belirtileri kalınlaşıyor demektir. İnanmazsanız vakti-zamanı gelince kendiniz tecrübe edersiniz. Tecrübe etmiş olanlara ise sıcak bir bardak çay ikram edip, balkona davet edebilirim. Anlatacaklarımın bir kısmına onlar da şahit oldular, çünkü.<br />
<a name='more'></a><br />
Balkon geniş, dinlemek isteyen herkes sığabilir; ışığımız dolunaydan, anlatacaklarımız dolunayın şirin beyazlığının geldiği yönden… Güneydoğu’dan… Birkaç eli silahlı zorbanın elinde otuz yıldır acılar içinde yaşayan o sıcak ve kurak topraklardan…<br />
<br />
Akşam yorgun argın evinize döndüğünüzde, mideniz, ayaklarınız vesair sorunlarınızla ilgili detayları halletmeden rahatlamazsınız. Ondan sonra da elinize televizyon kumandası ya da bir kitap iliştirip zihninizi nadasa yatırırsınız. Kumandanın televizyona uzanan burnu arada bir hareketsiz kaldığında, bir şehit haberi takılmıştır gözlerinize; birkaç saniye sonra içiniz burkularak hareket ettirirsiniz parmaklarınızı gezinti tuşlarının üzerinde. Güneydoğu ile ilişkileriniz sadece o kadardır. Can sıkıcı bir ayrıntıdır ölüm.<br />
<br />
Gün olur sizden biri, ailenizden biri dolunayın geldiği yöne gidecek olursa işte o zaman bir ayrıntı olmaktan çıkar ölüm. Büyük, kocaman bir gelecek olur. Gideniniz bir askerdir, polistir, doktordur, hâkimdir, savcıdır ya da… bir öğretmendir.<br />
<br />
Bir öğretmen…<br />
<br />
Geçmiş zaman böyle işte; mesleğe başladığınız ilk günler aklınıza gelince duralarsınız. Gençliğiniz, o an ki düşünceleriniz gelir aklınıza; hüzün kaplar hücrelerinizi, gözleriniz dalar uzaklara.<br />
<br />
Başlangıç önemlidir; kötü bir başlangıç meslek hayatınızın sonuna kadar sizi takip eder. İyi bir başlangıç ise mesleğinizle ilişkinizi sevgi ile korur. Verimli olursunuz. Enerjinizi ekonomik olarak kullanmayı öğrenirsiniz. Deneyimleriniz arttıkça öğrencilerinize daha faydalı olabildiğinizi anlarsınız.<br />
<br />
Biz iyi başlamadık. İyilik nedir, nasıl bir şeydir tahlil etmek gerek, ama biz gerçekten iyi başlamadık. İyi başlangıçlara ayırdığımız sevgiyi bu iyi olmayan başlangıca da monte ettik sadece. Biraz değiştirdik bakışımızı; zorladık kaskatı edici gerçeği. Ölümün dudak uçlarına dokunup onu bir kenara ittik. Her an öldürebilecek/öldürülebilecek olan öğrencilerimize gündelik hayatları için hiçbir anlam ifade etmeyen şeyler öğretmeye gitmek nasıl bir şeyse, işte biz o şey ile her an iç içeydik.<br />
<br />
Size, savaşta yaşadıklarını aktaran bir asker formunu kullanarak anlatmayacağım olanları… Benim işim eğitimle. Eğitim için oralara gidenlerle… Onların bugünlere kadar gelen ekilmiş tohumlarıyla…<br />
<br />
Hassaten bugün olanları, kendilerini o kuru ve sıcak toprakların tek temsilcisi gibi gösterenlerin gözlerinden değil, bildiklerini televizyonlardan, gazetelerden ve kitaplardan derleyenlerin gözlerinden de değil; oralarda yaşamış ve bir süre sonra buralara dönmüş olanların gözlerinden anlatmak istiyorum.<br />
<br />
“Burası, Güneydoğu’nun Parisi’dir” demişti Erdal. Öğretmenevi şehrin en büyük bulvarındaydı. Erdal’la öğretmenevinde tanışmıştık. Yanında da Mehmet vardı. İl merkezinde, depo tayinde epeyce beklemiştik, görev yerlerimizin belli olması üzerine, Erdal ve Mehmet damlamışlardı yanımıza. Tayinimizin çıktığı ilçeden gelmişlerdi. Biz dört beş kişi onların bu sıcak ilgilerinden rahatsız olmuştuk.<br />
<br />
Çay ikram ediyorlar, yemeğe davet ediyorlar; her birimizin nerelerden geldiğini soruyor ve samimiyet kurmak istiyorlardı.Biz tedirgindik; kimin hangi amaçla bizle yakınlaşmak isteyeceğini bilmiyorduk.<br />
<br />
Öğretmenevi saç sakal karışık özel harekât polisleriyle doluydu; onlar için de gidilecek tek sosyal mekân öğretmeneviydi şehirde... Burun ve kulak koleksiyonu yapanlarla, kaç kelle aldığını söyleyenlerin arasında bir yarış vardı. Tuhaftık, anlamsızdık; anlamlandıramıyorduk. Üstüne üstlük bir haftadan daha fazla bir süre orada, onlarla birlikte bulunuyorduk; tayinimizin hangi ilçeye çıkacağını da bilmiyorduk.<br />
<br />
Dağlık ilçelere giden minibüslerin arkasında yazılanlar ise ekstra dramatikti; “Bu gidişin dönüşü olmayabilir”, “Elveda!”. O minibüsler askeri konvoyla gidip geliyorlardı. Sürekli saldırıya uğradıklarına dair haberler alıyorduk. Ve işin en yaralayıcı tarafı tayinimizin o ilçelerden birine çıkması olasılığına karşı sadece kendimizi düşünmemizdi; ne yapsak da o ilçelere çıkmasa tayinimiz? Mahşer yeri gibi; herkes kendisini düşünüyordu.<br />
<br />
Torpil iddiaları gırla gidiyordu. Ankara’dan torpil ayarlayanlar, bulunduğumuz şehirde göreve başlar başlamaz, yasalara aykırı olarak 76. maddeden pat diye, doğdukları şehre, annelerinin yanı başındaki okullara atanıyorlardı. Bizse türlü endişelerle dağlık ilçelere tayinimizin çıkacağını düşünerek geceler boyu karmakarışık kâbuslar görüyorduk. Devlet, bizi, memurlarını/memur adaylarını terk etmişti; torpilliler kasılı halleri, kibirli yürüyüşleri ile dolaşıp duruyorlardı ortalıkta…<br />
<br />
Biz ise; en büyük torpile dayamıştık sırtımızı… Soranlara ‘Torpilimiz Allah’, diyorduk. Hakikaten öyleydi; torpilsizdin de ondan, diyebilirsiniz… Emin olun değil, torpilden ilk nefret ettiğimde lisedeydim; gerisini siz düşünün. Rahmetlik babam, tayinimin bu şehre çıktığını duyunca, “Oğlum, istersen gitme!” demişti. “Hayır”, demiştim, “Baba, öleceksek ölümden kaçılmaz…”<br />
<br />
İşimiz buydu ve işimizi yapıp kendi hayatımızı kurmak istiyorduk. Bundan kaçamazdık ki; bize başka fırsatlar sunan bir ekonomik zenginliğe sahip değildik devletçe. Devlete bile sahip değildik işte; anlatıyorum. Her taraf asker ve polisle doluydu; bir de eli silahlı bir sürü sivil.<br />
<br />
Devlet yoktu. Ama memurları vardı.<br />
<br />
Çay alır mısınız? Boğazım kurudu, ben alacağım.<br />
<br />
Güneydoğu’nun Parisi’nde kaçak çay içilir. Kaçak, sınırlardan yasadışı olarak girdiği ilk günlerden kalan ismi bu çayın; şimdi yasal, Uzakdoğu çayı… Ama adı hala kaçak. Kuzey Irak’tan , Suriye’den gümrüksüz gelince ucuz oluyormuş… Ben hiç sevmedim. Daha bir sürü şeye kaçak derler, onların çoğu hakikaten kaçaktır hâlâ.<br />
<br />
Listeler asıldığında o gencecik öğretmenlerin hâlini bir görseydiniz keşke… Yıllardır tayin bekleyen genç öğretmenlerin yüzlerindeki heyecanı, merak ve endişe dolu ifadeyi izlemişsinizdir televizyonlarda bilgisayar kuraları çekilirken. O gördüğünüz her şeyden yüzlerce kat daha ağır, daha yapışkan, daha gergin bir ifade vardı o gün hepimizin yüzünde ve ruhunda. Öldürülmeden öğretmenlik yapabileceğimiz bir yer istiyorduk sadece; başkaca bir isteğimiz yoktu devletten. Zamanla umursamadık da isteklerimizi…<br />
<br />
Torpillilerin çoğu kıpkırmızıydı, kesin söz aldıkları yerlere tayinleri yapılmamıştı. Tuhaf, ama ben rahattım; il merkezi çıkacak diye güven duyuyordum Allah’a… Tayinim, on altı kilometre uzaklıktaki en yakın ilçesi çıkınca biraz şaşırdım; kesin söz almış da verilen söz tam tutulmamış gibi hafif burulmuştu içim…<br />
<br />
Sonradan öğrenecektim, gittiğim ilçenin il merkezinden daha güvenli olduğunu. Gittiğimde de gördüm zaten, sık sık “Torpilin kim?” diye sorup duruyorlardı. Torpillilerin tayinlerinin çıktığı ilçeye tayinimin torpilsiz çıkmış olması, herkesi şaşırtmıştı. Allah kendisine güveneni hiç boş bırakır mıydı?<br />
<br />
Erdal ve Mehmet ilçelerine tayinleri çıkmış bulunan yeni öğretmenleri harıl harıl arıyorlardı, öğretmenevinde. Bahçesi, salonu ve lobisiyle epeyce geniş bir alandı tabi, aradıkları yer… Bizi bulduklarında, herhalde yüzlerimizdeki endişeyi gördüklerinde gülmüşlerdir… Arabaları vardı ve eğer şimdi gideceksek ilçeye götürebileceklerini söylüyorlardı. “Hayır”, dedik, “Biz sonra geleceğiz.” Kim olduklarını nerden bilebilirdik ki? Fare öldürür gibi öğretmen öldürüyorlardı göreve başladığımız 1994’de… Ertesi gün otobüsle ilçeye gittik.<br />
<br />
Güneydoğu’nun Parisi’ne gelirken yolda yakılmış yolcu otobüsü görmüştük. Bizim otobüsün bağlı olduğu firma haracını ödediği için bir şey olmamıştı. Haracı kim mi alıyordu? Kim bilebilirdi ki; görünen adı PKK idi… Ama herkes olabilirdi. Çünkü yapılan her şey PKK etiketi ile tarihe gömülüyordu.<br />
<br />
Gerçi gömülüyor sanıyorlardı birileri, ama gömülmüyormuş demek ki… Bugün haberlerde emekli bir koramiralin geçmişte devlet politikası gereği bazı cinayetlerin işlenmiş olabileceğine dair beyanatı yüzünden savcılıkta ifade verdiğini söylediler…<br />
<br />
Ahmet ve Erdal korucu bir aşiretin iki delikanlısıydı. Ve tayini çıkmış öğretmenleri güvenle ilçeye götürmek için gelmişlerdi. Bu bilgi de daha sonra öğreneceğimiz bilgilerdendi. Göreve başladığımız lisede -ilçenin 12 derslikli tek lisesi- neredeyse 8 tane genç öğretmen vardı; birkaç tane de eski öğretmen toplam 16 kişiydik.<br />
<br />
Düşünün; biz gidene kadar lisede doğru dürüst öğretmen yoktu. Bir okul müdürü bile yoktu. Yıllar sonra diploma defterini de ben depodan bulmuş düzenlemiş ve kullanıma sokmuştum. Ki; diploma defteri bir okulun namusudur.<br />
<br />
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün de arşivi yanmıştı. Devlet bir bizim bordrolarımızla ilgileniyordu, bir orda vardı; ücretlerimiz, maaşlarımız hiç aksatılmadan ödendi. Küçücük ilçeye gelen paranın hesabı yoktu. Devlet bankası krediler dağıtıyordu; yıllar sonra bu krediler tahsil edilmeyerek yetimin, yoksulun hakkı korucu kabilelere akacak; bankalar bu giden ve dönmeyen parayı görev zararı olarak yazacaktı.<br />
<br />
Birileri haraç alarak yaşıyor, büyüyor; başka birileri devletten geri ödemesi olmayan kredi alıyor; başka birileri korucu maaşı alıyor; diğer başka birileri yani Hizbullah dedikleri örgüt öldürdüğü PKK’lı kadar itibar sahibi oluyor ve devletin derinliklerindeki eli silahlı adamlardan para alıyor; asker ve polis operasyon tazminatı alıyor; birkaç organizasyon ortaklaşa silah ve uyuşturucu ticareti yapıyorlardı. Para, merkezdi.<br />
<br />
Hepsini duyuyorduk; içerdekiler içimizdeydi. Küçücük ilçede kim kimdi hepimiz çok iyi biliyorduk. Emniyet İstihbarât da biliyordu; Mit de, Jandarma İstihbarât da, Jitem de, PKK da, Hizbullah da… Gündüz kahvede, gece dağlarda diyorlar, Hayır, gündüz kahvede gece ise karanlıkta idiler… Karanlık sokaktı, caddeydi, lojmanlardı, daha bir sürü bilinmedik yerdi; ama en az dağlardı.<br />
<br />
Herkes Devletten besleniyordu; herkes… Sanki herkes devlet memuruydu bizim gibi… Ama nedense hep bizler ölüyorduk; biz öğretmenler.<br />
<br />
Bizi niye öldürüyorlardı ki?<br />
<br />
Bu dersler Türk’e, Kürt’e, Zaza’ya, Laz’a , İngiliz’e, Fransız’a, Arab’a da lâzımdı. Biz herkese lâzımdık. Kuzey Iraklı bir kürt gelip Türkiye’de bir kolejde okusa tüm dersleri Türkçe öğrenmeyecek miydi?<br />
<br />
Fakat bizden korkuyorlardı; bizden korktukları için bizi öldürüyorlardı. Biz karanlığı söküp atabilirdik sokaklardan, caddelerden, evlerden lojmanlardan ve dağlardan. Biz ölüm korkusuna aldırmadan gelip göreve başlamıştık. Bunu herkes görüyordu; herkes biliyordu. O halde bizi bildikleri tek yolla durduracaklardı; öldüreceklerdi.<br />
<br />
İki ay sonra bizden üç tanesini öldürdüler. İlçemizin köylerinden birinde; ikisi evli biri bekâr üç kardeşimizi gece evlerinden aldılar, götürdüler diz çöktürüp enselerine üç kursun sıktılar…<br />
<br />
Kim yaptı bilmedik; fısıltılar duyuluyordu, öğretmenlerin üçü de nurcuydu diyorlardı. Oysa PKK, Hizbullah sempatizanı bir sürü adam vardı; kimse onlara dokunmuyordu, onlar birbirlerine dokunmuyorlardı.<br />
<br />
İldeki törene gitmedim, gidemedim. Biz niye buradaydık? Ölmek için mi?<br />
<br />
Namaz kılanlara Hizbullahçı, Ahmet Kaya dinleyenlere PKK’lı diyorlardı. Bazen aynı adam hem namaz kılıyor hem de Ahmet Kaya dinliyordu. Üniversite’de ülkücülerle oturup Ahmet Kaya dinlemiş; solcularla çay içerken kalkıp namazını kılmıştı. Bu türden adamlara bir şey diyemediler…<br />
<br />
Üç yıl kaldım o topraklarda. Birçok dostum oldu. Öğrencilerime, “Silahla çözüm olmaz, öldürdüklerinize hizmet edemezsiniz”, diyordum, “Gidin vekil olun, mecliste çözün meselelerinizi…Bizimde beğenmediğimiz şeyler çok, ama geldik sizi yetiştiriyoruz.”<br />
<br />
Üç yıl sonunda ayrılırken, karmakarışık duygular içindeydim. Meslek hayatım için neredeyse kusursuz bir temel atmıştım. Her şeyi el yordamıyla, bedeli hayatımız olacak şekilde öğrenmiştim.<br />
<br />
Ayrıldığım günlerde-1997- daha bir dingindi Güneydoğu’nun Parisi… Siyaset, mafya, terör mola vermişti. Bir şeyler olmuştu; birileri ateşi kesmişlerdi. Bir şeyler olmuştu, birisi tehdit etmişti birini, “vururum kim vurduya gidersin” diyerek yasaların tozuna limon sıkmıştı.<br />
<br />
Şimdi balkonda otururken Erdal’ın ilk karşılaştığımızda söylediği bir cümlesi yankılanıyor kulaklarımda: “Hayattaki en büyük acı, merhaba’yla buluşan ellerin elveda ile ayrılmasıdır.”<br />
<br />
Dolunay epey yükseldi… Değil mi dostlar?<br />
<br />
Referandum demiştik… Bırakalım, bu halk ne diyeceğini çok iyi bilir, ama ne olur birileri yırtınmasın “Hayır” dedirtmek için. Hiç inandırıcı olmuyorlar… Oturdukları yumuşak koltuklar ve minderlerden hakikat hiç görünmüyor maalesef…<br />
<br />
Kimseyi kandırmaya kalkmasınlar; komik oluyorlar.<br />
<br />
<br class="Apple-interchange-newline" />Mustafa Eyyüboğlu, YirmiÜç Ağustos İkiBinOn- <b>Yedi</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-35678005484078603842012-05-10T09:42:00.000-07:002012-05-10T09:42:42.549-07:00Doğal Korku Bir Eğitim Aracı mıdır?Alışılmış bir girişle başlamayalım. Korku’nun tanımı ve çeşitleri korkuyla ilgili çok fazla deneyime sahip insanlar için anlamlı. Çocuklar ve gençler için değil. Dayak korkusunu öne almamıza ve incelememize de gerek yok. Çünkü; genel geçer boyutlarda dayak ciddi biçimde azalmış durumda. Dayağın ve diğer şiddet içeren korkunun bir eğitim aracı olup olmadığı hususunu da ikinci planda tutalım.<br />
<br />
Çok hareketli, çocuk psikiyatristlerinin hazır kalıpları kullanarak hiperaktivite teşhisi koyduğu sıradan çocuklar için korkunun sağlayabileceği yararları tartışalım. Neredeyse her dört çocuktan üçü veya her beş çocuktan dördü için konan teşhis ‘Hiperaktivite’dir. Rüyaların, kâbusların çocuklar için hangi yarar yolunu işler duruma getirdiğini düşünelim. Çocuk, bir anlamda kusursuz üretilmiş bir makinedir ve tahmin ettiklerimizin aksine işletim sistemine müdahale etmemizi gerektirmeyecek bir mükemmellikte tasarlanmıştır.<br />
<a name='more'></a><br />
Korkuların tümü edinilmiştir. Kişinin doğuştan getirdiği bilişsel bir bilgi olmadığı için, olmayan bilgiye dayalı bir korku türünden de bahsedilemez. Doğal olarak çocuk öğrendikçe, bilgi katmanları oluşmaya devam ettikçe her bilgi alımına bağlı olarak çocuğun zihinsel mekanizması kısmî korkular üretecektir. Bu korkulara doğal korkular diyebiliriz; ki, biraz sonra bu doğal korkulara bağlı olarak, kâbuslar ortaya çıkacaktır. Ateşle oynamaktan hoşlanan çocuğun elini yakması ile ilgili görebileceği kâbuslar, kâbuslarda yaşadığı korkular ona ateşle oynamaması gerektiğini öğretecektir. Ancak, ‘elini, evi yakacaksın’ gibi uyarılarla enjekte edilen korkuları bu anlamda eğitsel bir araç olarak kullanmak çok fazla işe yaramamaktadır.<br />
<br />
Çocuk her bir bilgi alımında o bilgiye ilişmiş kaygıları da depolamakta ve doğal bir determinasyonla gelecek planlaması yaparken bu kaygıların ürettiği korkuların zihnini sarmasına engel olamamaktadır. Hiperaktivite teşhisi konan çocukların, bilgi alım süreci diğer çocuklara göre daha hızlı ilerlediği için, bu vasıftaki çocukların korku tüneli daha erken dönemlerde oluşmaktadır. Diğer çocukların özel yöntemlerle eğitilmesine zaten gerek yoktur.<br />
<br />
Doğru yönetilmiş doğal korkular, tıbbî müdahalede bulunulmamış çocuklarda ciddî bir rehabilitasyon programı olarak işlev görmektedirler. Çocuk bir süre sonra etki-tepki sürecini gözlemleyebilecek ve kontrolsüz etkilerinin karşılaşacağı muhtemel tepkileri hesaplamayı öğrenecek, bu tepkilerin içinden kendisine zarar verecek olanları ayırt edecek ve kendi ürettiği doğal korkuları kendi eğitim sürecinde farkında olmadan kullanabilecektir. Bu süreç içerisinde iyi rüyâlar motive edici bir işlev görürken, kötü rüyalar/kâbuslar terbiye edici bir etken olarak çocuğun ruh dünyasında olması gereken tedrici bir sürece hizmet edeceklerdir. Bu anlamda korku doğal bir eğitim aracı olacaktır.<br />
<br />
Yetişkinlerin ve özellikle ebeveynin, gereksiz kaygılarla psikiyatristlerin ilaç tedavisi tekliflerini sorgulamadan kabullenmeleri, çocuk hasta olmadığı halde, diğer tıbbî problemlerde başvurulan yöntemlerle bir hasta imiş gibi ilaçla tedavi sürecine izin vermeleri, çocuğun doğal korku yönetim yeteneklerinde geri dönülmez hasarlar bırakmaktadır.<br />
<br />
Yeni dönemin yetişkinleri, sürekli kontrol altında tuttukları çocukları yönetebilecekleri yanılgısı ile istem dışı davranışlar sergilemekte ve çocukların gelişim problemlerini gereksiz yere arttırmaktadırlar. Çocuk, doğal dürtülerden biri olan 'merak’ı kullanarak öğrenme sürecinin sonraki adımlarını atmaya çalışırken bilinçli bir şekilde daraltılmış ev içi ve ev dışı alanları yetersiz bulmakta ve kendi genetik modulasyonuna uygun olarak dışarı taşmak istemektedir. Yeni nesil ebeveynlerin kendi çocukluk çağlarına yaptıkları göndermelerde unuttukları en önemli faktör budur.<br />
<br />
Gönderme yapılan geçmiş, daraltmış çocuk alanlarından daha çok genişletilmiş çocuk alanlarını içermektedir. Geçmişte aşırı ilgiyle sıkı kontrol altında tutulan çocuk portrelerinden daha çok neredeyse ebeveyn ilgisinden yoksun çocuk portreleri vardır. Çocuk, kendi özgür gelişim alanında, etki-tepki kombinasyonuyla davranış kodlarını belirlemekte, hangi durumlarda korkması gerektiğini kendisi öğrenmektedir. Ancak daraltılmış öğrenme alanlarında korku ebeveyn tarafından üretilmekte ve çocuğa dayatılmaktadır. Hiperaktivite denen konformal teşhis de bu yanılgılı kıyaslamadan üremektedir.<br />
<br />
Ne yazık ki; Psikiyatri bu alanda yeterli çalışmalar yapabilmiş değildir. Hâlen eski, neredeyse 150 yıllık teorilerle, kesin tedavi reçetelerini öneren ve uygulayan çocuk psikiyatristleri bu anlamda taksirli suç işlemekte, ebeveynleri aldatmaktadırlar. Psikiyatristlerin doğal korkuyu, eğitim aracı olarak kullanmak yerine bu korkuyu unutturacak, bilinçaltına itecek bir yöntem izlemeleri gerçekten anlaşılacak gibi değildir. Bu tutum, sonraki zamanlarda ebeveyn tarafından maddî çıkarları gözeten bir tutum olarak değerlendirilmekte, onların güvenilirliğini azaltmakta ve meslekî geleceğini tehlikeye atmaktadır. Çünkü; ilaçla tedavi, bağımlılık oluşturan bir tedavidir ve bu tedavinin ömür boyu sürecek olması yüksek bir olasılıkla mümkündür. Basit bir dille ifade edilirse; çocuk asla iyileşmeyecektir. Korkularının yönetiminden vazgeçecek, her sorun düzleminde ilaçlarla korkularını unutmayı tercih edecektir.<br />
<br />
Ortaöğretim, 15 yaşındaki bir ergenin eleştirilen yöntemlerle tedavi olmuş olmasının sonuçlarının net gözlenebildiği bir süreçtir. Psikiyatrik tedavi cenderelerinde sıkışarak gelmiş ergenlik dönemindeki bir öğrencinin sorumluluk duygularının gelişmemiş, gelecek kaygılarının oluşmamış olması, çok daha büyük sorunlarla karşılaşılacağı anlamına gelmektedir.<br />
<br />
Bu çağda, ebeveyn sürekli müdahale ettiği çocuğundan kendi ayakları üzerinde durmasını haksız yere beklemektedir. Tüm sorunlarını çözen bir anne-babaya alışkın olan çocuk, doğallaşan bir tepki kalıbıyla herhangi bir sorun için kendisini zorlama gereği duymamakta, ebeveynini sorunun çözümü için devreye girecek birer görevli olarak telakki ettiği için, hiçbir telaşa kapılmamaktadır. Aile bu dönemde bıkkın tavırlarla, kendi sorumluluk alanlarına dönmek istemesine rağmen genç buna izin vermemektedir.<br />
<br />
Bir süre sonra, çocuk sağaltılmış gelecek kaygılarıyla beslenmeye çalışıldığında, yapılanların hiçbirini önemsemeyecektir. Steril koşullarda yetiştirilmiş olan genç, yanlış korku enjeksiyonlarını absorve edemeyecek; bastırmaya çalıştığı çelişkilerle baş başa kalacaktır. Sivilceleri için kullanılan ilaçların metabolizması dâhil tüm organları üzerinde kurduğu baskı, onun yetersiz olduğuna dair kanaatlerini güçlendirecek ve nihayetinde genç baştan ayağa sorunlu bir toplumsal figür olarak hayata katılacaktır. Bunu önlemek ancak anne-babanın işin farkında olmasıyla mümkündür.<br />
<br />
Unutulmamalıdır; her çocuk, ebeveyninin eseridir ve hiçbir çocuk psikiyatristlerin teorilerine ve ilaçlarına teslim edilemez.<br />
<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, Otuz Haziran İkiBinOn- <b>Altı</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-75610771185486343122012-05-10T09:39:00.002-07:002012-05-10T09:39:58.168-07:00Helal-Haram Tartımız Nerede?<i>“Bu yazı, merhum babamın şahsında benzer tüm babalara ithaf edilmiştir.”</i><br />
<br />
<br />
İş, güç…çağın getirdiği hengâmeler. Haberler, kitaplar, dergiler, sinema ve bir de internet. Kavganın bu türlüsüne dalmış olanlaradır sözüm. Kimseyi yadırgamıyorum, kimsenin her bir vakitte elinde tuttuğuna da dikmiyorum gözlerimi. Yüksek bir tepeye çıkıp bağıracak hâlim de yok. Suskun, içe kapanık ve çâresiz çocukların gözlerine bakıyorum ben.<br />
<br />
Büyüdüksıra büyüklerinin şaşkın bakışları altında yalan söyleyen, sofrada herkesin tabağındakilere göz diken bencil çocukların günah öncesi dönemlerine yaklaşıyor gözlerim. Günah öncesi dönem, Piaget’in bilişsel gelişim kuramında yok. Gelişim psikolojisi ergenlik dönemini tahlil ederken konuya biraz değinir Dinî gelişim parağrafında, fakat daha fazlası yok. Günah öncesi dönem, günahın tohumlarının atıldığı ya da tam tersi günah üreten nefsin önüne setlerin dikildiği dönemdir.<br />
<a name='more'></a><br />
Başkasının tabağındakilere göz diken o güzel, o tatlı çocuk sofradaki diğerlerinin kendisini izlemediğini düşündüğü o vakitlerde, gezgin bakışlarıyla aslında terbiye alma zamanında olduğunu anlatmaktadır. İş, güç diyerek dikkatlerini yorgun sayfaların, eskimiş duyguların kumdan kalelerine hapseden annelerin ve babaların göremeyeceği kadar uzak yerlerdeki çocuklar içindir kaygım. Hiç kimseye sitem edecek de değilim. Öylesine atıyorum harfleri satırların keskin dönemeçlerine.<br />
<br />
Masalların içine saklanmış bulmaca gibi dersleri, yaşanmış gibi anlatılan uydurma hikâyeleri, çekinik kaynanaların utangaç bakışlarından akıp gizliden gizliye verilen ‘Baban görürse, duyarsa ne der?” telkinlerini ve daha birçok şeyi çöpe atıp tartıyorum söylediklerimi. Soruyorum, hangi bir ders alınacak anlatı, yaşanmışlıklardan daha gerçekçi ve etkili olabilir ki? Hangi birimiz içimizde kaynayan kazanın kenarına bize dayatılan öğütleri alıp da oturduk?<br />
<br />
Hepimiz, hayatımızın her anında öğüt alıp durmadık mı? O zaman nerede helâl-haram tartımız? Neden kuşku bulutlarının yağdırdığı yağmurlarla içimiz rahat değil? Kazancımızın her bir zerresine itimat edip etmediğimizi denetlediğimiz her an, içimizin gölgeleri neden biraz daha kararır? Hiçbirimiz emin değiliz, değil mi?<br />
<br />
Bazılarımız, diğer bazılarımızdan biraz daha rahatlar. Onlar anne-babalarından, bilhassa babalarından aldıkları terbiye ile dümdüz bakıyorlar içlerine. Sokak aralarında oynadığımız oyunlar da ‘üttüğümüz’ gazoz kapaklarından gullelere kadar gezdiğimiz her bir kazanç hamlelerini ve sonrasında fosseptik çukuruna atılan ‘kazanılmışlıkları’, bizi kazıkladıklarını düşündüğümüz bakkal amcalardan hakkımızı almak adına onların boş bir anlarında elimizin kıyısına ilişen ‘bedava alınmış kazançları’ ve daha nicelerini her bir nasihat aklımızda iken çocukluğumuzun kaynar kazanına atmıştık.<br />
<br />
Sonra, bizi ne durdurdu? Dayak mı? Nasihât mı? Günah ve sevap üzerine çocuk aklımıza dökülen ne anlama geldiğini bilmediğimiz bir sürü şeyin içinden biz neleri seçip aldık da durduk? Ya da duramayanlarımızda sık sık gördüğümüz gibi, bulduğumuz her şeyi heybemize atmamızın sebebi ne? Neden durdurulamadık?<br />
<br />
Biz gördüklerimizi ve yaşadıklarımızı, yaşadıklarımız ve gördüklerimiz üzerinden anlamlandıran babalarımızdan aldık alacaklarımızı ve durduk. Başkasının hakkı üzerinden yürütülen mantık kurgularında ikna olduk. Biz adam yerine konarak, horlanmadan ve ikna edilerek durmayı öğrendik. Ya şimdi? Hangi birimiz iş, güç ve dinlenme sıkıntılarından vakit bulup çocuklarımızı ikna edecek duyarlılıkla helâl-haram ve hâk üzerinde tedip ve terbiye edecek dikkatler üretebiliyoruz?<br />
<br />
Mesailerinin her bir dakikasını alınlarının teriyle dolduranlarımız önce Allah’a sonra ebeveynlerine ve dâhi babalarına, emekdâr dedelerine teşekkür etmeliler. Mesailerinden geri kalmayanların alın terlerine hürmeti bilen işverenlerimize ve bu hürmeti, sigorta bedelinden tahsil etmeyip, bir günde iki mesailik zaman çalmayanlarımıza da hatırlatmalıyız, dönüp kendilerine hâkkı öğretenlere teşekkür etmeyi.<br />
<br />
Bizlerden bazıları ‘Bu kadar maaşa bu kadar iş’, derlerken hukukuna haksızlık ettiğimiz çocuklarımızın istikbâllerinden çaldıklarını unutuyorlar. Maaşını beğenmeyenlerin çaldığı borazanlara uyup da haksızca elde edilmiş maaşlarını çocuklarının boğazlarından geçirenlerin yaptığı kötülük, yediği hak geçmişte kalmıyor işte.<br />
<br />
Biz çocuklarımıza helâl ve haramı sadece nasihatlerimizle vereceğimizi zannediyorsak aldanıyoruz. Bizi örnek aldıklarını unutuyoruz çocuklarımızın. Dersine geç kalan, dersini gereği gibi işlemeyen ve öğrencilerinin gelişim sürecini izlemeyen, öğrencilerini özel derslere veya dershanelere mecbur bırakan öğretmenin, hak edeceği bir maaş yoktur; onun çocuklarına vereceği bir hak dersi yoktur.<br />
<br />
Sendikaların, siyasetin ve kibrin doldurup öfkenin boşalttığı meskenlerde eğitim olmuyor, olamıyor. Hâk dersleri Din Kültürü ve Ahlâk Derslerinde de yerini bulmuyor. ‘Gusül abdesti almasını bile bilmiyorlar’ diye 10. sınıf öğrencilerini diğer meslektaşlarına şikâyet eden Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi Öğretmeni’nin ergenliğin en cevval dönemindeki gençlere vereceği hâk, helâl ve haramla ilgili hiçbir kırıntı yoktur. Zira; o öğrencilerini şikayet ederek onların haklarına müdahil oluyor; yapması gereken şikâyet etmek değil, onlara lâzım olanı öğretmek.<br />
<br />
Biz babaların, hükümran olduğumuzu sandığımız evlerimizde yapacaklarımız vardır. Babalar, ah, babam…<br />
<br />
Sıcak bir yaz günüydü. Babam, öğle namazı için camideydi, bakkal dükkânımıza bekçilik ediyordum. İlkokuldu o zamanlar, ilköğretim; sanırım dörtteydim, aklımın biraz erdiği bir dönemdi. Bir kadın geldi bakkala, yarım ekmek istedi; ekmekler büyüktü o zamanlar, bir inşaat işçisi bile doyardı yarım ekmekle.<br />
<br />
Baktım; ekmek dolabında yarım ekmek var, aldım, utanarak kadına uzattım uzun ve geniş bakkal dolabının üstünden. Utanıyordum, çünkü; yarım ekmeğin kesik ucundan bir lokmalık ekmek koparılmıştı. Korktuğum başıma geldi. Kadın, “Bu ekmeği fare mi yedi? “ diye sordu. Utana sıkıla: “Hayır”, dedim kadına, “Babam ekmeği kesiyor ve tartıyor, ağır gelenden koparıp hafif gelenin üst kısmına sıkıştırıyor.” Kadın şaşırdı: “Allah, Allah ! Bu devirde böyle adamlarda mı var?”dedi ve yarım ekmeği aldı, gitti.<br />
<br />
Babam, namazdan dönünce ona:” Baba,” dedim “Yarım ekmeği kesince neden tartıyorsun, bir lokmayla ne olacak ki? Kadının biri, kopuk kısmı görünce, Fare mi yedi diye sordu, utandım; sonra izah ettim.” Babam gülümsedi, bir ekmek aldı ve kesti. Bana, “Hangisini almak istersin?” diye sordu, “Azı mı çoğu mu?” Ben de içimden geldiği gibi, genellikle tam ortasından kesmeye alışkın olan babamın bilerek dengesiz kestiği yarım ekmeklerden büyük olanı almak istediğimi söyledim.<br />
<br />
Babam, gülümsemeye devam etti: ”Ya diğer yarım ekmek, onu alan azı almış olacak, ama aynı parayı verecek.” dedi ve “Kendi elimizle birinin hakkını diğerine yedirmiş olmayacak mıyız? Buna hakkımız var mı?“,diye sordu bana. Ben bir şey diyemedim. Sonra ekledi, rahmetlik babam: “Babam”, dedi. “Zaten bizden ekmek alan bilir tarttığımızı, utanmana gerek yok artık.”<br />
<br />
İşte o günden beri, çocukluğumun kaynayan kazanları dinginleşmiş durumda. Hele O’nun iki fiyatlı bir litrelik ayçiçeği yağlarının hikâyesi. Az mı kavga etmiştik. Enflasyonun daha yeni azmaya başladığı dönem, eski koliden artakalan yağların fiyatı eskiden olduğu gibiydi, yeni gelen kolideki yağların fiyatı ise zamlı; ama her iki yağ aynı raftaydı. Bir tek fiyatları farklıydı. Bir türlü eski yağları yeni fiyatlarla sattıramamıştım. Enflasyona alışmamıştı, açıkça zarar ediyordu. Sattığı fiyattan alıyordu, yağı. Stok’a girer diye asla taviz vermedi.<br />
<br />
Helâl-Haram bilincinin caminin her an uyaran atmosferinde piştiğini biliyordum, nasihatleri de vardı. Ama o dersi kendim bilfiil alana kadar ikna olamamıştım. Herkesin kredi alıp işini geliştirdiği dönemde, o azala azala dükkânı kapatmayı tercih etmişti.<br />
<br />
Babalarımız bizi durdurabilmişti, hâk yolundan haksızlığa saparayak giderken. Biz çocuklarımızı durdurabiliyor muyuz, durdurabilecek miyiz, dostlar?<br />
<br />
Helâl-Haram tartımız sağlam mı?<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, OnÜç Mayıs İkiBİnOn- <b>Beş</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-8383348603109619582012-05-10T07:28:00.001-07:002012-05-10T07:30:54.879-07:00YGS Hatırına: ”Sizi unutmayacağım, Hocam!”"Bu yazı, fedâkâr öğretmenlere adanmıştır."<br />
<br />
Okulun adını duymuştu, ancak henüz yerini bile bilmiyordu. Yaptığı araştırmalar sonucunda öğrencileriyle en iyi iletişimi kurabileceğini düşündüğü Anadolu lisesini tercih etmiş ve Anadolu liselerine öğretmen seçme sınavında aldığı puanla, birinci sıradan tercih ettiği okula yerleşmişti. Şimdi okulun bahçesindeydi. Haziran sıcağı tüm haşmetiyle tepesinde yer tutmuştu, fakat okul bahçesine alelusul döşenmiş asfaltın kavurucu buharlarından korunacak bir gölge çarpmıyordu gözüne. “Bahçesi güzel değil”, demişlerdi; önemsememişti.<br />
<br />
Okul binasının karmaşık mimarisi, sanat anlayışını tırmalamıştı; yine önemsemedi. Okul Müdürünün odasını ararken karşısına okul hizmetlilerinden olduğu belli olan biri çıktı. Müdür okulda yoktu; hizmetlinin yönlendirmesiyle Müdür Başyardımcısının odasına girdi. Selam verdi ve kendisini tanıttı. Başyardımcı yüzüne baktı ve ona: “Seni niye gönderdiler?” diye sordu. ‘Sen’ le başlayan bu diyalog ve ses tonundaki çirkin yansıma onüç yıllıköğretmenin önemsememeye alışkın sinir uçlarına fazla gelmişti. “Açık göstermişsiniz, tercih ettim ve atamam yapıldı; isterseniz gideyim!” dedi sertçe. Başyardımcı kendine geldi ve ezik bir ses tonuyla:” Ya yok”, dedi,” zaten branşta fazlalığımız var, kusura bakma!” Öğretmen gerilmiş sesini muhafaza ederek:” Sınav puanına göre atama yapıldı ve ben okulunuzu tercih ettim, eğer fazlalık var idiyse, bu fazlalığı beyan eden sizsiniz, sorumlu da sizsiniz, beni gönderenler değil!” dedi.<br />
<a name='more'></a><br />
Başyardımcı, eli ayağına dolaşmış bir halde evrakları taradı, internet sayfasından kontrol etti; açık beyan etmiş olduklarını fark etti ve :”Kusura bakma”,dedi, “bir yanlışlık olmuş”. Öğretmen yine önemsemedi, biliyordu ki; norm kadro gereği hizmet puanı düşük olan bir öğretmen okuldan gönderilecekti. Gönderilecek olan öğretmen adına üzüldü ise de, artık yapılacak bir şey yoktu. Uyanıklık ters tepmişti; norm kadro fazlası öğretmen oluşmasın diye yüksek gösterdikleri ders saati sayısı, onlara istemedikleri yeni bir öğretmen kazandırmış; puanı düşük eski bir öğretmeni yerinden etmişti.<br />
<br />
Başlangıçtaki bu hava sonraki günlerde de devam etti. İstenmeyen öğretmendi; gelmiş, bir başka öğretmeni yerinden etmişti. Gelir gelmez yerleşik düzende bir sarsıntı oluşturmuştı. Norm kadro fazlası konumuna düşen öğretmen başka bir okula kaydırılana kadar, öğretmenlerin neredeyse tamamı ona doğru dürüst 'hoş geldin' bile dememişlerdi. Ortalık dedikodu ile kaynıyordu ve hedef yeni gelen matematik öğretmeni idi; güyâ bıktırılacak ve kaçırtılacaktı. Önemsemedi. Biraz sonra okula sınavla gelmiş tek öğretmen olduğunu öğrenecekti. Kan-ter içinde bir sınav sonucunda seçilerek yerleşmiş bulunan öğrencilerin, seçme sınavı ile okula gelme hakkı kazanmış olan tek öğretmenlerinin kendisi olduğunu öğrendiğinde gülümsedi; üstelik uzmandı da. Tepkilerin sebeplerini anlamaya başlamıştı, sonraki günlerde de bu kanaati kesinleşti. Alışkındı; yine önemsemedi.<br />
<br />
Öğretmenler odasının fakir ve zavallı tefrişatına yadırgar bir şekilde baktığı günlerden bir gün, kendisini tutamadı ve:” Bu oda bize yakışmıyor arkadaşlar”, dedi,” her birimiz belli bir miktar katkıda bulunup odayı yenileyelim mi?” Okulda henüz yeniydi ve üstüne vazife olmayan bir şeye bulaşmıştı. Bir süre sonra çeşitli ters tepkiler aldı, her seferinde kendisine medeni bir şekilde “Hoş geldin” bile denmediğini vurgulayarak, meslektaşlarının hassas noktalarına dokundu. İki ay sonra, maaş promosyonları ile oda yenilendi ve modern bir görünüme kavuştu; kapıları kırık, kilitleri sökük dolaplar, her tarafı sefalet kokan masa ve sandalyeler gitmiş, uzay üssünü andırır mobilyalarla, tabana yapılan ahşap parke odayı zevkli bir dinlenme salonuna dönüştürmüştü. Sonuç aldığı için keyif aldı, fakat yine önemsemedi.<br />
<br />
Ders programını aldığında, kendisine Matematik-Fen bölümünün mevcut iki adet son sınıfının yanında bir de Türkçe-Matematik bölümündeki tek onbirinci sınıfın matematik derslerinin verildiğini fark etti. Zamanla öğrenecekti; Matematik-Fen sınıfları diğer matematik öğretmenleri arasında kavga nedeni olmuş, Okul Müdürü de kendisi hakkında ”Yapabilir mi?” araştırması yaparak kavga nedeni olan sınıfları kendisine vermişti. Dersler başladıktan sonra ilk fizibilite çalışması sonucunda son sınıfların altyapılarını gördüğünde içi cız etti, kavgaya neden olacak birşey yoktu. Önemsemedi.<br />
<br />
Döküntü kıyafetleri ve nezaketsiz dilleri ile lüks otomobillere binen bazı meslektaşlarına karşı hiçbir negatif tutum içerisinde olmadı. Derslerin başladığı gün yanına gelen branştaşı öğretmenin neredeyse fısıltıyla kendisine seslendiğini duydu: ”11 TM sınıfından iş çıkmaz, üç beş kişi var derse ilgi gösteren; geçen yıl ben girmiştim derslerine.” Şaşırdı ve ona: “Neden?” diye sordu, “Bunlar sınavı kazanıp bu okula gelmediler mi? Neden iş çıkmaz bu öğrencilerden?” Branştaşı burun kıvırdı ve umursamaz bir tavırla: ”Ders dinlemiyorlar, çalışmıyorlar ve konuşuyorlar” diye kendince açıklama yaptı. Öğretmene kızgınca baktı ve onun yanından ayrıldı.<br />
<br />
Neredeyse öfkeyle 11 TM sınıfına girdiğinde, öğrencilerin bir kısmı yerlerinde oturuyor, diğer bir kısmı da ayakta dolaşıyordu; sınıf gürültülüydü. Onu görünce durup baktılar, umursamaz bir bakışla sıralarına geçtiler ve oturdular; bir kısmı ayaktaydı. “Ayağa kalkmak istemeyen kalkmasın!” dedi sert bir ses tonuyla ve öğretmen masasına oturdu. Otuz kişilik sınıf şimdi tamamen ayaktaydı ve çıt çıkmıyordu. Öğretmen masasından kalktı ve tahtanın önünde durdu. “Merhaba!”,dedi; hep bir ağızdan “Sağol!” diye bağırdı öğrenciler. Sert ses tonuyla :” Siz, size merhaba diyen birine sağol mu dersiniz?” diye sordu, “Siz asker değilsiniz ve burası kışla değil!” Tekrar “Merhaba”, dedi. Bu kez tüm sınıf “Merhaba”, diye karşılık verdi. Gülümsedi ve bu kez öğretmen koltuğuna oturarak mevcut kontrolü yaptı. Sınıf defterini imzaladı ve ayağa kalktı.<br />
<br />
“Hepiniz sınavla geldiniz değil mi buraya?” diye sordu. “Evet!” dediler. “Peki, neden sizden bahsederken 'iş çıkmaz' diyorlar?” Sınıf derin bir sessizliğe büründü. Kabullenmişler ve kendilerinden vazgeçmişlerdi. Uzun süre konuştu, sorular sordu, onları dinledi, kendisinin de kendileri gibi bu okula sınavla geldiğini söyledi ve 45 dakikalık dersin sonuna doğru: “İki yılımız var, sizden iş çıkacak ve 30 kişilik bu sınıftan 30 kişi üniversite sınavını kazanacak!”,dedi, “Bunun için bana söz veriyor musunuz?” Söz verdiler.<br />
<br />
İçinde bir tane bile matematik sorusu bulunmayan Matematik Dersi Değerlendirme Testi ve Matematik Dersi Değerlendirme formu hazırladı, uyguladı. Öğrencilerinin psikolojik hazır bulunuşluluk düzeylerini ölçtü, başarısızlığın pedagojik nedenlerini tespit etti ve bir strateji belirledi. Okulda Matematik Araştırma Grubu kuracağını duyurduğunda branşdaşı öğretmenler bile şaşırdılar, bu stratejisinin bir parçasıydı.<br />
<br />
Öğrencileri ile arasında ‘Not Engeli’ olmadığını söylemişti; ancak bunu kanıtlaması gerekiyordu. 11 TM sınıfında kaşına ve dudağına piercing takmış uzun saçlı bir öğrencisini uyurken gördü, aslında sürekli uyuyordu, onu uyandırdı, piercingi çıkarmasını istedi. Öğrencisi, piercingden hoşlandığını ve çıkarmak istemediğini söyledi. Ona, “Ben çıkarmanı istiyorum.” Dedi. Öğrenci teneffüste çıkarmak istediğini söyleyince, izin verdi. Sonraki ders piercing yerinde duruyordu. Tekrar çıkarmasını istedi, öğrenci “Teneffüste çıkarırım”, diye cevap verince, “Hayır, şimdi burada çıkaracaksın!” dedi ve çıkarttırdı.<br />
<br />
Bir sonraki derste piercing yoktu, ama piercing için açılan delik kapanmasın diye minik plastik borular yerleştirmişti. Ona:” Seninle bir pazarlık yapalım, sen piercingi ve o plastikleri toptan çıkar ben senin sözlü notuna 100 vereyim?” diye bir teklifte bulundu. Öğrenci inanmaz bakışlarla: ”Verir misiniz, Hocam?” diye bağırdı. Öğretmen not defterini çıkardı, pilot kalemi öğrencinin eline verdi:” Al kendin yaz!” dedi ve ekledi: “İki şartım daha var; derste uyumayacaksın ve dersi dinleyeceksin, başka bir şey istemiyorum?” Bütün öğrenciler şaşkınlıkla onun kendi eliyle not defterine yazdığı 100’ü izlediler. Direnç kırılmış ve güven sağlanmıştı. Derste uyuklayan başka bir öğrenci, aynı şartların kendisi için geçerli olup olmadığını sordu, öğretmen ona da aynı şeyleri yaptı.<br />
<br />
Dersler ilerledikçe, öğrencilerin işlem becerilerinin düştüğü acınılasıca durumu gizli bir öfkeyle izledi, ona göre gencecik bu insanlar harcanmıştı. İlk sınav sonuçlarını aldığında, yaşadığı üzüntü ona yeni bir çözüm buldurdu; sözlerini tutmakta zorlanan öğrencileri hırslandırmak ve onlara amaç kazandırmak için sınavdan aldıkları notlara göre onları A,B,C şeklinde başarı gruplarına ayırdı, her sınav sonucunda grubunu yükselten öğrencilerin istikrarlı olmaları durumunda sözlü notlarının 100 olacağını, aksi halde sınav notlarıyla yetinmek zorunda kalacaklarını söyledi.<br />
<br />
Dersteki sohbet-gevezelik alışkanlıklarını kaybeden bazı öğrenciler ayrımcılık yaptığını söyleyerek ona itiraz ettiler. Onlara, sınavla bu okula gelerek zaten ayrılmış olduklarını ve üniversite sınavı sonuçlarına göre tekrar ayrılacaklarını hatırlattı. Üniversite sonuçlarına göre ayrıma tabi tutulmanın telafisinin güç olacağını, bu ayrıma ancak şimdiden başlayarak yaşayacakları değişimle diledikleri şekilde yön verebileceklerini söyledi.<br />
<br />
Söylene söylene gruplara ayrıldılar, ancak sonraki dersler daha sessiz ve daha verimli geçmeye başladı. İlgisiz öğrenciler de ilgi göstermeye başladılar. Bir süre sonra onları değerlendirmek istedi. Her birini tek tek analiz etti ve her birine yakışacak mesleği söyledi. Hukuk, uluslar arası ilişkiler, psikoloji vs. Talebi olan öğrencileri okul genelinde kurulan Matematik Araştırma Grubuna adapte etti ve dönem boyunca aynı tempoyla çalıştı, bazen ödev verdi, bazen vermedi; konu testleri ile ilgilerini diri tuttu. Başlangıçta konu testlerini sınıfta birlikte çözdüler ve test çözme tekniklerini öğreterek korkularını yenmelerini sağladı.<br />
<br />
Dönem sonunda notlarının ortalamasının bir fazlasını vererek onlara sürpriz yaptı. İkinci dönem daha verimli geçti ve öğrencilerin yüzde doksanı bir hedef belirleme rahatlığı içine girdiler. Piercingsiz ve diğer öğrenci ise sözlerini tuttular; her sınav sonucunda notlarını yükselttiler. Başlangıçta not tutma zorunluluğu getirmemiş olmasına rağmen onlar da not tutmaya başladılar. O yıl öyle sona erdi.<br />
<br />
12. Sınıf olduklarında sınıfı tekrar ona verildi. Yeni yılda, gruplandırma sistemini gerek kalmadığı için kaldırmıştı. Dersin verimi standartların üstündeydi. Bunu o sınıfa yeni girmeye başlayan diğer öğretmenler de fark ettiler; Matematik dersinin kazandırdığı disiplin onların diğer derslerini de olumlu etkilemişti. 11.sınıfta elinde soru, başarılı öğrencilerin peşinden koşan piercingsiz delikanlı ile diğer uyuyan delikanlı 12.sınıfta başarılı öğrencilerin soru çözdürmek için peşlerinden koştukları öğrenciler haline geldiler. Sınavlarda alınan üç tane 100’ün ikisi onlarındı.<br />
<br />
Sınıfın genel durumu da iyiydi. ÖSS sınavı sonuçları bu iyiliği tarafsız gözlerle gördürecekti. ÖSS sonuçlarına göre 27 öğrenciden 24’ü (Başka okula giden 3 kişi sınıf mevcudunu 27’ye düşürmüştü), Fen-Matematik bölümü öğrencilerinin başarı oranlarını katlayarak, başta ODTÜ olmak üzere Türkiye’nin kaliteli üniversitelerine yerleşmişlerdi. Piercingsiz delikanlı İstanbul Üniversitesi, İktisat fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler bölümünü, uykucu öğrenci ise Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk fakültesini kazanmıştı.<br />
<br />
İlgili Müdür Yardımcısı kazananların tablosunu hazırlarken yanına gelen Matematik Öğretmenini gördü. Ona hüzünle baktı ve sitemle: “Tam masaya yumruğunu vuracakken çekip gidiyorsun ya, FM bölümlerinde bile böyle bir başarı yok, TM’de Türkiye standartlarının üstünde bu başarı!” dedi. Tayin istemişti ve okuldan ayrılıyordu, gülümsedi: ” Bundan daha iyi yumruk mu olur?” diye cevap verdi.<br />
<br />
Kendisini uğurlamaya, Matematik Araştırma Grubu Başkan Yardımcısı olan ve ODTÜ İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünü kazanan öğrencisi gelmişti. Birlikte köfte yediler; geçmiş iki yılı andılar. Ayrılık saati geldiğinde ODTÜ’lü delikanlının gözleri dolmuştu: ”Sizi unutmayacağım, Hocam!” dedi. Öğretmen gülümsedi ve önemsemediği birçok şeye karşılık önemsediği bu güzelliğin tadını çıkararak okula veda etti. Biliyordu bu kendisinin eseriydi.<br />
<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, Sekiz Nisan İkiBinOn-<b>Dört</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-83996140337675482812012-05-10T07:25:00.001-07:002012-05-10T07:30:22.203-07:00Onarıyor muyuz, Öğütüyor muyuz?Peşinen itiraf edelim; her hâl-ü kârda insan haklarına aykırı davranıyoruz. Ebeveynler veya eğitimciler olarak insanın özüne müdahale ettiğimiz, dayatmalarda bulunduğumuz apaçık; nesnelerimiz olan nesillerimiz bunun farkında, ama biz gözlerimizi kapatıp yaptıklarımızı görmek istemiyoruz. Tüm maskeleme gayretlerimize rağmen saklayamıyoruz işlediğimiz cinayetleri; vakit geçti gidiyor.<br />
<br />
Hiçbir çocuğumuz bizim ona öğretmek istediklerimizi öğrenmek istediğini söylemedi, söylemiyor. Biz onun okuyup yazmasını istiyoruz. Biz oyun çağında, ona asla ilgisini çekmemiş olan şeyleri öğrenmesi gerektiğini zorla dayatıyor, onun o masum hayal dünyasına bir zorba olarak giriyor ve onun kurduğu her şeyi târûmar ediyoruz. Sonra ona ne yaptığımızı düşünmeden, o kendisine dayattıklarımızı reddedince onu suçlamaktan utanmıyoruz. Onu başarısızlıkla suçlayıp, kendi başarısızlığımızı ve utanmazlığımızı saklıyor, o masum insan yavrusunu, yüksek çıkarlarımız gereği esefle başkalarına şikâyet ediyoruz. Ona bir başkasının çocuğu veya öğrencisi gibi davranıyor, insafsızca yapayalnız bırakıyoruz.<br />
<a name='more'></a><br />
Oysa aynı şeyi çıkarlarımızın ilk durağı olan yakın çevremizdekilere yapmaktan imtina ediyoruz. Yetişkinlerin affedilmez hatalarını bile, hoşgörü ile karşılıyor; onların eleştirilerimizi küçümseyerek ve anında reddederek karşılayacak olan sert tepkilerine karşı çekinik kalıyoruz. Çünkü; o masum çocuklardan korkmuyoruz, korkmadığımız için onlara dilediğimiz gibi davranabileceğimizi düşünüyoruz. Onların insan olmaktan kaynaklanan haklarını her an küçük vesilelerle yok sayıp, onları hamurdan oyuncaklar gibi algılıyoruz.<br />
<br />
Çocuklarımız, öğrencilerimiz anne-babaların veya öğretmenlerin oyuncakları değildirler. Onlar en az bir yetişkin kadar kendilerine ait, insan asaletine sahip varlıklardır. Onlar bizden önce kendilerine ait bir ruha sahiptirler. İyelik eklerimizi kullanma hakkımızın olması onları bizim çocuğumuz veya öğrencimiz yapabilir, ama malımız yapmaz; laboratuar nesnemiz yapmaz. İyelik eklerini her eşyaya yönelttiğimiz gibi onlara yöneltemeyiz. Ait olmak onların tercihidir.<br />
<br />
On altı yıllık meslek hayatımda parçalanmış delikanlı ruhlarla karşılaştım. Dersimle ilgili amaçların yasal formunu her okuduğumda, bu amaçlara iliştirilmiş ve kategorize edilmiş davranışların her birini nasıl kazandırabileceğimi düşündüm. İlkeseldi her bir dersin formu; ütopikti. Üniteler, konular, amaçlar ve davranışlar daha yetkin birileri tarafından hazırlanmıştı ve bizden bu basamakların her birinin eğitim-öğretim yılı süresince kazandırmamız istenmişti.<br />
<br />
Kazandırmamız gereken davranışlar ile bu davranışları kazanması gerekenler arasında doğrudan bir ilişki yoktu. Doğrudan ilişki biz öğretmenlerle bize kanunî dayatma hakkı bulunan hiyerarşik yetkililer arasındaydı. Öğrenmenin ilk ilkesinin ‘istemek’ olduğunu yetkin kişiler göz önünde tutma gereği duymamışlardı. Kalkınma planları hükümetlerin hazırladığı bir sürü önerme ve taleple doluydu; amaçlar da bu önermelere ve taleplere göre şekillenmişti. Nihâî hedef, çocuk ve delikanlı ergendi ve onun davranışlarındaki istendik formların tahakkuku idi. Fakat onun hiçbir aşamada fikri alınmamıştı.<br />
<br />
‘Çocuğun, delikanlının fikri olmaz’ diye düşünen dayatmacıların yanılgılarının boyutlarını ölçebilmek zor değil. Ürünlerimiz her ailede yerli yerinde duruyor; dileyen araştırmacı kendisinden başlayarak insan hakları ihlallerinin boyutlarını rahatlıkla irdeleyebilir, sonra isterse çocuğun veya delikanlının fikirlerinin olup olmayacağına dair yeni fikirler ileri sürebilir veya yaşanılan katliamı fark ederek utanması gerektiğini düşünebilir.<br />
<br />
Hiçbir eğitim-öğretim kademesi, yasalar ve yönetmeliklerle belirlenmiş hedeflere ulaşmamıştır; ulaşmayacaktır. ‘Öğretmen merkezli’ iddiasıyla üretilegelen öğretim programlarının eğitim boyutunun yetersiz oluşu, ‘öğrenci merkezli’ şeklinde yeni bir deneme biçimiyle eskisinden daha keskin dayatmaları neredeyse zorunlu hâle getirdi. Merkezî olarak hazırlanmış programların öğretmen merkezli uygulamalara endeksli olacağı açık bir şekilde ortada iken, öğrenciden araştırma yaparak öğrenmeyi istemek hayalci bir yaklaşım olmaktan öteye gidemiyor. Öğrenci, yani insan kendisinin ihtiyaçlarını tespit etme hakkını kullanmadan öğrenmeyi isteyemez. Araştırma yaparak öğrenmemiş olan öğretmenin, kendisine dayatılan her bir öğretim yöntem ve tekniğini kendisini merkeze alarak uygulayacağı da bellidir.<br />
<br />
Peki, öğrenci kendi ihtiyaçlarını tespit edemez mi? Kesinlikle edebilir; fakat iyelik eklerini kullanmaktan bencilce haz almayan yetişkinlere de ihtiyaç duyacaktır. Nesnel değerlendirmelere göre, doğumdan sonra hızla öğrenmeye ve öğrendiklerini işlemeye, yeni bilgilere dönüştürmeye başlayan her insan yavrusu kendi ihtiyaçlarını tespit etmeye de başlamaktadır. Buna göre her yaş grubuna uygun, istemeye endeksli eğitim-öğretim programları düzenlenebilir. Kategorik olarak bu programların uygulanabilirliği, dayatmacı programlara göre daha kolaydır ve başarı oranı da yüksektir. Dayatmacı programların tümel başarısızlığı, bu tezin ileri sürülmesi için yeterli veriler içermektedir.<br />
<br />
İlköğretim ikinci sınıf öğrencisi, her gün okunan andın anlamsızlığını sorgulayabiliyorsa, ona o andı okutmak, and ve and’la ilgili programların başarısızlığını peşinen kabullenmek demektir. Onun için ‘and’ gereksizdir. And, aldatmayı ve aldatılmayı öğrenmiş olan yetişkinlerin idrak ve irade çerçevesi için gereklidir. Her gün tekrarlanan andın ilköğretim 8. Sınıfın sonuna kadar sürmesi ile ortaya çıkan kazanımlar raporlanabilirse, sadece and konusunda arzulanan istendik davranışların kazandırılamadığı, aksine and ile ilgili formel algılamaların laçkalaştığı görülecektir. Diğer alanlarda da özellikle öğretim süreçleri ile paralel ilerlemeyen eğitim süreçlerinin, çocukların ruhsal panoramasını bozduğu artık gizlenememektedir. Tarafsız gözlemler ve anketler ilköğretim süresince yapılanların ‘insan haklarına uygun üretimler olmadığı’ kanısını güçlendirecektir. Yani; ilköğretim insan öğütme mekanizması olmaktan çıkarılamamıştır.<br />
<br />
Liseler. İlköğretimin kısıtlayıcı ve dayatmacı kimliğinden sıyrılan öğrencilerin ruhlarının onarılacağı kurumlar gibi görülüyorlar. Gerçekten öyle mi? Yoksa ilköğretimdeki öğütme mekanizması daha sert ve uzlaşmaz bir şekilde liselerde de sürüyor mu? Dayatmacı anlayışların dayattığı sınavlarla kategorize edilmiş, elenmiş ergenlerin hangi eğitim-öğretim süreci ile onarılabileceği sanılmaktadır? Başarılı olup Fen liselerine yerleşenlerin karşılaşacağı eğitim-öğretim süreçlerinin kalitesinin sorgulandığı dönemde, her biri diğerine göre daha az başarılı öğrencileri konuklayan Anadolu liseleri kategorizasyon kurbanlarının ruhlarındaki parçalanmalara çözüm üretemezken, ‘başarısız’ öğrencilerin yerleştiği liseler ve meslek liseleri nasıl bir onarım sürecini programlayabilecek ve uygulayabileceklerdir?<br />
<br />
Ne yazık ki; her türden liselerimiz çocuklarımızın ruhlarını onaracak, onları zenginleştirecek yeterlilikten uzaktalar. Öğretmenlerimizin büyük bir çoğunluğu bu sorunu, tembel ve öğrenilmiş bir çaresizlikle görmezden gelerek, sorunu ilköğretim süreçlerine mal ediyor; yapmaları gerekeni düşünmekten kaçıyorlar. Liseler, yasalara göre hazır bulunuşluluk düzeyinin göstergesi olan ilköğretim diplomasına sahip insan yavruları için yükseköğretime geçişte son basamaktır. Olması gereken bu; diplomanın sahibi, diplomanın gerektirdiği altyapıya da sahip olmalıdır. Peki ya diploma kalkınma planlarının dayattığı bir kağıt parçası ise? Öğretmen de aynı dayatmanın doğal bir ürünü olarak lise diplomasını da yeterlilik koşullarını taşımayan öğrencisine vererek bir kağıt parçasına mı dönüştürmelidir?<br />
<br />
İlköğretim diplomasının kağıt parçası olması öğrencinin suçu değilse, lisede çalışan bizler, ‘hocalar’, hangi vicdanî kıstasa göre ‘Böyle gelmiş böyle gitsin’ diyebileceğiz? Oturup düşünmeliyiz, çocuklarımız, öğrencilerimiz topluma iradî ehliyetle girecekleri son bantta bizlerle birlikteler; onların ruhlarını dört yıllık süreçte onaracak mıyız, öğütmeye devam mı edeceğiz? Hepimiz farkındayız; her birimiz insan haklarına aykırı olarak, zorla, Matematik, Edebiyat, Tarih, Fizik, Kimya, Biyoloji ve daha birçok dersi öğretmeye çalışıyoruz. Bizi dinlemeyen öğrencilerimizi suçluyor ve her seferinde onları incitiyoruz. Her incinme onlardaki yaraları kanatıyor ve sorunların çeşitlenmesine neden oluyor.<br />
<br />
Öğretmen odalarında asık suratla onlardan şikayet ederken, bir doktorun hastasından sırf hasta olduğu için şikayet etmediğini unutuyoruz. Doktor, kendisine gelen hastanın tahlillerini ve öyküsünü dinlerken, biz gençlerimizi, o güzel çocuklarımızı dinlemiyor ve onları aşağılamaktan çekinmiyoruz. Velisine saygı gösterdiğimiz çocuğun kendisine saygı duymuyor ve onu önemsemiyoruz. Onu duygusuz bir nesne olarak algılıyor ve dilediğimiz forma sokabileceğimizi zannediyoruz. Oysa hepimiz biliyoruz ki; özel olarak konuştuğumuz her bir delikanlı, sonraki davranışlarını daha da kontrol eder hâle geliyor. Sonuç alabileceğimizi bile bile bizi öğrencilerimizle, çocuklarımızla bir insan gibi ilgilenmekten ne alıkoyuyor? Biliyor muyuz?<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiYedi Mart İkibinOn- <b>Üç</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-16379802703953676562012-05-10T07:24:00.001-07:002012-05-10T07:29:50.284-07:00Aptal BabaBeş yaşındaki çocuk kızgın bakışlarıyla desteklediği öfkesiyle babasına sesleniyordu: “Aptal baba!”<br />
<br />
Baba, şaşkınlıkla çocuğa baktı. Ne olmuştu? Bu güzel çocuk kendisine neden “Aptal baba” diyordu? Ona gülümseyerek: “Ne oldu oğlum?” diye sordu. Çocuk: “Hani parka götürecektin?” Baba, çocuğa böyle bir söz verdiğini hatırlamıyordu. “Ama ben seni parka götüreceğime dair söz vermedim ki?” diye cevap verdi. Çocuk tüm hırçınlığına rağmen masum dudaklarını kıvırarak: “Ama annem, yemeğini yersen, baban seni parka götürecek, demişti.” Dedi. Fakat Baba’nın böyle bir sözleşmeden haberi yoktu. Çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı ve ona:” Demek ki; annen bana söylemeyi unutmuş, oğlum” dedi ve ekledi:” büyüklere aptal denmez.”<br />
<a name='more'></a><br />
Baba, çocuk gittikten sonra düşünmeye başladı. Çocuk, “aptal” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyordu, ama cümlede kullanıyordu; bu sözcüğün bir insana sıfat olarak kullanılmasına şimdiden alışmıştı. Çocuğu kendisine “aptal” sıfatını yakıştırmışsa bunun nedenleri olmalıydı. Çocuk, babasına “aptal” diyebilmişse, babasının çocuğunun gelişim sürecinde bazı aptallıklar yaptığına dair belirtiler olmalıydı. Sonuç ortadaydı. Aptal olmayan bir babaya, çocuğu aptal diyemezdi. Önce “aptal” sözcüğünün toplumdaki kullanım sıklığını hatırladı. O’na “aptal” diye seslenip seslenmediğini düşündü. Çocuğuna hiç “aptal” dememişti. Çok yaramazlık yaptığında, mesela üç dört kez televizyon sehpasını kenarından tuttuğu gibi kendisine doğru çekip koca televizyonu yere devirdiği zamanlarda kızgınlıkla ona “geri zekâlı” diye seslendiğini biliyordu. Eğer sorun oradan doğup büyümüşse, çocuğunun ona “geri zekâlı baba” diye seslenmesi gerekiyordu. Çünkü; tohum öyle ekilmişti, öyle büyümesi gerekiyordu.<br />
<br />
Baba,”aptal” sözcüğünün peşine düşmüştü. Neden “aptal”? Kafasında bu soruyla kendisini sorguladı birkaç gün. Çocuk yetiştirmedeki titizliğine rağmen sonuç buydu. Neden? Birkaç gün sonra çocuk odasından yüksek tonda ve kızgınlıkla söylenen sesi duydu :” Aptaaal!” Ses Abi’ ye aitti. İçinde bir şeyler cız etti. İpucu diğer oğluna uzanmıştı. Hatalar zinciri kim bilir nerelere kadar uzanacaktı. Daha sonra çocukların izlediği dizilerde rastladı, “aptal”a; çizgi filmlerde duydu, bu çirkin sözcüğü. Başka bir gün, kıyafet dolaplarının çekmece kulplarının üzerinde seken ve onları kıran çocuklarına seslenen karısının sesinde yakaladı virüsü.<br />
<br />
Şaşkındı. Neler olmuştu böyle? Kendisi neredeydi? Her gün iç içe yaşadığı halde, hayatın hay huyu arasında, yaşadığı evdeki seslerin farkına varmamıştı, varamamıştı. Suçlu kendisiydi. Anneler, kırılan kulplara yükledikleri görünür sebebi, “çocuklarının başlarına gelecek muhtemel tehlikeleri” sezerek çok abartıyor olabilirlerdi. Gerçek kaygıları “onları kendilerine zarar verebilecekleri oyunlardan uzak tutmaktı”, ama bazen kendilerini kontrol edemiyorlardı. Çocukların ruhları da kendilerinden bir parçaydı ve onların ruhları için sözcüklerde yeterince tehlikeliydi. Maalesef, anneler unutkandı. Fakat babaların böyle bir hakkı yoktu; unutmamaları gerekiyordu.<br />
<br />
Baba, sabrın simgesiydi; öyle de kalmalıydı. Ağzından çıkan “geri zekâlı” sözcüğü diğer olumsuz sözcüklerin serim trafiğine cevaz veriyordu. Çocuk, her zaman babanın ektiği tohumdan tohumdaki ayrıntılara sahip ürünler yetiştirmiyordu, diğer kaynaklardan gelen tohumları da alıyor ve kendisi yeni ürünler elde ediyordu. Hatalıydı. Toplumu ve televizyonu da suçlayamazdı. Terbiye, toplumdan ve televizyondan alınacak şeylerin ölçüsünü vermeyi de içine alıyordu. Aile efradını her türlü tehlikeden uzakta tutmakla sorumlu olan baba, aptal olmamalıydı. İhmal edilmeyecekler listesinin başına çocukların dillerinin ve terbiyelerinin önemi eklenmeliydi.<br />
<br />
Babasını düşündü. Babasına hiçbir yaşta olumsuz sözcükler içeren hitaplar kurmamıştı. Aralarındaki mesafe birlikte geçirilen zamanla hem doğru hem ters orantılıydı. Babasına merak ettiği her soruyu sorduğu halde, ona karşı, onu memnun etmeyecek herhangi bir sözü, fiili kullanmaya cesaret edemez, ona saygısızlık yapmayı aklından bile geçiremezdi. Demek ki; kendisi, babasından daha beceriksiz bir babaydı. Kendisi, babası kadar sabırlı değildi. Kuşakların birbirinden farklı olduğu savı doğruydu, fakat bu sav kopuk olmayı gerektirmiyordu. Modern çağ, farklı etkileri barındırıyordu, ama bu etkilerin saygı çerçevesini bozacak türlerini babalar ve anneler birlikte etkisizleştireceklerdi. Babalar, annelerden daha önce sezeceklerdi, sözcüklerden oluşan uçurumları.<br />
<br />
Baba son sığınaktı ve sığınak olmayı bilmeliydi. İyi polis- kötü polis oyunu suçlular içindi. Çocuklar için değil. Babalar kötü polis olduklarında suç savar anne iyi polis olamazdı. Polisler cezalandırıcı ve affedici güçler değillerdi. İyi ve kötü polis oyunu çocukları yargılama-yargılanma düşüncesinden koparıyordu. Kendilerini de cezalandırıcı veya affedici güçte görmelerine neden oluyordu. “Aptal” sözcüğü bir cezalandırma aracıydı, işte. Çocuk anlamını bilmediği bu sözcüğü kullanırken kendisini cezalandırmayı amaçlamıştı; üstelik yargılamadan cezalandırmak!<br />
<br />
Çocuğu kendisini “aptal” diyerek cezalandırmıştı. Galiba sorun sadece kendi ailesi ile ilgili değildi.“Bu çocuklar senden korkmuyor” diyerek şikâyet eden annelere karşı, çocuğun ürettiği cezalandırma şekli “umursamama” idi. Anneler çocuklarını korumak için çırpınıyorlar, diğer etkiler karşısında güçsüz kalınca da bağırarak etkili olmaya çalışıyorlar, ama bağırdıkları halde etkisiz kalıyorlardı. Çözüm, kötü polise havale etmekti çocuğu. İşte sorun buydu. Cezalandırma. Anneler ve babalar, korkularını çocuklarına anlatamıyorlar, onları kendi direktiflerine uymaya zorlayarak korumaya çalışıyorlardı. Ceza çocuk ile babasının arasına görünmez duvarlar örüyor ve kuşaklar arasındaki kopukluk gittikçe artıyordu.<br />
<br />
Ceza olmalı mıydı? Olmalıysa nasıl olmalıydı? Ödül ve ceza arasındaki karşıtlığı anlayamayan çocuk, cezanın alışıldık galerilerinde gezdikçe suç unsurlarını daha da normalleştirmeyecek miydi? Ceza türleri pedagojide yeterince tahlil edilmiyordu. Pedagoji, cezalandırmayı çağdışı sayıyor, ceza ile ilgisiz diğer çözüm önerilerini ceza adı altında anlatmaya çalışıyordu. Çözemediği sorunlara karşı önerdiği psikiyatrik çözümler ise sadece ilaçları işaret ediyordu.<br />
<br />
Çocuklar üç dört yaşlarından itibaren hiperaktivite tedavisi adı altında haplara bağımlı hâle getiriliyorlar ve katlediliyorlardı. Bütün çocuklar hiperaktif miydi? Ağaçlara tırmanan, kolunu bacağını kıran, kavgada kafa kıran, kafası kırılan geçmiş zaman çocukları neydi o halde? Onlar neden ilaçsız tedavi olabildiler? Psikiyatri henüz yaygınlaşmadığı için mi, ödül ve ceza sisteminin çocuklar arasındaki doğal dengesini bulması mıydı ilacı kullanım dışında tutan neden? Dayak atan çocuk dayak yediğinde, dayak atmaması gerektiğini öğrenmiş olmuyor muydu? Ceza sadece dayak değildi, ceza sadece sözlü şiddet de değildi. Ceza belki de küfür ettiğinde kendisine de küfredileceğini öğrenen bir çocuğun idrak ettiği şeydi.<br />
<br />
Çocuklar apartman dairelerine sıkıştırıldıklarında, davranışlarındaki doğallığı hiperaktivite diyerek bir hastalıkmış gibi göstermek, çözüm bulmuş olmak değil, aksine çözümü neredeyse imkânsızlaştırmaktı. Çözüm parktı, diğer çocuklarla oynamaktı. Apartman daireleri bu fırsatı sunmaya elverişli değildi. Çocuklarının kırdıkları komşu camlarının bedelini ödemeye alışmamış anneler, babaları psikiyatrist kapılarına sürüklemeye çalıştıklarında, babalara düşen şey, aptal olmamaktı. Çocuğun bulduğu çözüme sarılmak en etkili yoldu. Çocuk parka gitmek istiyor ve bu isteğini yerine getirmeyen babasını ona “aptal” diyerek cezalandırıyordu.<br />
<br />
Baba “aptal”ın köklerine ulaşmıştı. Rahatladı. Çocuğuna “Büyüklere aptal denmez” demişti ya, hata etmişti. Asıl büyüklere aptal denmesi gerekirdi. Çocuk, çözüm merkezi olduğunu daha nasıl anlatacaktı ki?<br />
<br />
Günler sonra Baba ailesini topladı ve ilk tâlimatını verdi. "Bundan sonra "aptal","geri zekâlı" ve benzeri kelimeleri kullanmak yasak, sorun olduğunda oturulup konuşulmaya devam edilecek!" Sonra gülümsedi ve ikinci talimatı verdi: "Şimdi doğru parka!"<br />
<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiSekiz Şubat İkiBinOn- <b>İki</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3189035988064636700.post-36098737724667588812012-05-10T06:42:00.002-07:002012-05-10T07:29:15.623-07:00Yağmur ve SBSŞu mübarek yağmur çisil çisil yağdığında, çocukluğumdaki gibi kaç kere ıslanmak istemişim; gökleri yırtan gök gürültüsünün dinginliğinde, karanlıkları yırtan şimşeklerin sırtına binmek istemişim. At sürmek istemişim gökyüzünde, paçalarıma sürtünen çamuru elimin tersi ile kurumadan silmek, kurumuşsa eğer, parmaklarımla çitileyip temizlemek istemişim. Annemi yormamak için, gizlice yıkamak istemişim pantolonumu.<br />
<br />
Çamura bulanmış ellerimi, ayaklarımı yağmur suları ile yıkadığımda, hep taze çamur kokusu kalırdı burnumda. Burnumdan, yanaklarımdan aşağıya süzülen yağmuru dudaklarımda ısıtmış ve emmişim; ıpıslak giysilerime sarınıp vindaviç oynamışım; hızlı koşan Mehmet, Mustafa, Salih, Yusuf, Remzi, Fahri, Sadullah ve Hasanla…Hele Remzi, Arap Remzi bir tek seni yakalayamazdım. Biz oynardık, değil mi? Oynardık, çocuk gibi. Hastalanmazdık da. Cicili bicili yakası kürklü montlarımız, kabanlarımız yoktu. Bizi evden dışarıya salmayan anne-babalarımız da. Akşam eve döndüğümüzde dökülür kalırdık. Haşarılık kim biz kim?<br />
<a name='more'></a><br />
Evlerde toplanıp ödevde yapmazdık öyle; ama ben her akşam sonraki gün bakılacak ödevlerimi yapar, gece yarılarına kadar kitap okurdum. Televizyon siyah-beyazdı ve bizde yoktu. Şimdi yaptığım gibi, yağmurun sesinde uyuklardım; çinko damlara çarpıp duran yağmur damlacıkları uyuturdu beni. Pimapen sessizlikte, kulaklarım sağırlaşmamıştı daha, ahşap ve demir çerçeveler yağmurun o güzel müziğini getirirdi kulaklarıma... Soba hışırdardı, odunlar yanıp kül olurken. Tavanda oynaşırdı alevlerle gölgeler; kâbus görmezdim. Şimdi klima ısıtıyor sessizce. Daha bir içine gömülüyor insan.<br />
<br />
Kâbus görmezdim evet. Anadolu Lisesi sınavları var demedi kimse, sonradan öğrendim varmış. Fen Lisesi sınavları da var dediler ortaokul sonunda. Girsen ne, girmesen ne? Okuyacak olduktan sonra her yerde okurdun. Yağmur güzel yağıyor hâlâ. Uğultular çıktı, ötüyor apartmanın iç köşeleri…Uğultulu tepeler gibiler, o tepelerde dikili tek başına evler gibiler…Nerde bizim çocuklar nerde sokakların terbiye eden yağmuru. Klimaların önünde play station ile kavga ediyorlar. Ufaklığın bezeleri çıkmış yine, daha iki hafta önce bitmişti, antibiyotiği; hiçbir işe yaramamış demek ki. Ateşi çıkmasa bari.<br />
<br />
Hanım söyledi, SBS kalkıyormuş. Niye kalkıyormuş?, dedim, merakla. Daha oturmadı bile. Neyi ölçtüler hemencecik. Yok efendim, dershane sayısını azaltmakmış amaç, ama o amaca ulaşılamamış, aksine dershane sayısı artmışmış… Bu mu yani tek sebep? Öyle küçük hedeflere mi bağlamışlardı bu işi. Tamam, öküz öldü, ortaklık bitti, hepsi bu. Olmaz efendim, olmaz. Bu iş öyle kolay değil.<br />
<br />
Durdu yağmur, bacaklarımda üşüdü ha. SBS neymiş bilmeyeniniz varsa anlatayım kısaca. Daha önce LGS ve OKS gibi sınavlar yapılıyordu 8. sınıf sonunda. Öğrenciler aldıkları puanlara göre Fen Liseleri, Anadolu Liseleri gibi özel müfredatların uygulandığı liselere yerleşiyorlardı. Tabi sınavın formatı ilginçti, müfredat dışı sorular vardı, sorulan soruları çözmekte öğretmenler bile zorlanıyordu, çocukların tek sınavla psikolojisi bozuluyor ve dershanelere bağımlı hâle geliyorlardı, vesaire.<br />
<br />
Şikâyetler dikkate alındı bakanlıkça ve bir çözüm kondu ortaya. Öğrencinin dershaneye gitmesine gerek kalmasın ve tek sınavla çocuğun kaderi belli olmasın diye ikinci kademede, her sene sonunda, okul müfredatına uyumlu soruların sorulduğu sınavlar konmuştu birkaç yıl evvel. 6, 7 ve 8.sınıf SBS ve okul puanlarının belirlenmiş oranlarda sentezlenmesi ile liselere yerleşme puanı belirlenecekti.<br />
<br />
SBS ile ilk yerleştirme 2008-2009 sonunda yapıldı. Şu anda Anadolu, Fen ve Sosyal Bilimler gibi liselerin 1. Sınıf (9.Sınıf) öğrencileri bu sistemle yerleştiler. Sorular da fena değildi; tam da vaadedildiği gibiydi. Fakat bu çocuklar sadece 7 ve 8. Sınıflarda uygulanan SBS sınavları ile girmişlerdi. Sistem tam anlamıyla bu yıl işleyecek. Yani bu yıl ki 8. Sınıflar SBS sınavına girdiklerinde üç kez sınava girmiş olarak liselere yerleşmeye çalışacaklar. Ama birdenbire SBS kalkıyor, tekrar OKS, LGS gibi tek sınav geliyor dedikoduları doldurdu Kulak TV’yi.<br />
<br />
Sübhanallah, bir durun güzel kardeşlerim. Sistemin ne işe yaradığını daha bilmiyorsunuz, elinizde bir ürün bile yok, ne bu acele?<br />
<br />
Yağmurun tadını kaçırdınız, sınavların tadını kaçırmayacak mıydınız sanki. Okulların bile tadı yok. Öğretmenlerin hele hiç. Çocuk Matematik, Fen, Türkçe ve Sosyal Bilgiler, İngilizce gibi derslerden 85 ve üstü puan alıyor, dünkü elişi, bugünkü teknoloji tasarım; dünkü resim-müzik, bugünkü güzel sanatlar ve beden eğitimi derslerinin öğretmenleri matah bir şeymiş gibi tutup 80 veriyorlar. O güzel çocuğun gözleri doluyor; öğretmenlerine kahrediyor. Yıl sonu başarı ortalaması düşecek kimin umurunda.<br />
<br />
Öğretmen, dersim önemlidir, kompleksiyle dayanıyor çocuğun yağmurun tadını almamış burnuna. Al sana kâbus. Hem de OKS ve SBS’den daha büyük ve güncel bir kâbus. Dersin önemlidir de, bu önemin çocuk neden farkında değil, öğretmenim?<br />
<br />
Yahu güzel kardeşim, bak çocuk psikiyatristleri, pedagoglar harıl harıl çalışıp, bolca para kazanıp sizin hasta ettiklerinizi onarmaya çalışıyorlar. Hiç mi vicdanınız yok? Siz dershanelere kaptırdığınız paralara yana durun, terapi salonları paranın hasını götürüyor. Sizden özel ders alamayan öğrencilerinizin gözlerinin içine de sevgiyle bakabilin.<br />
<br />
Varsın maaşınız yetmesin. Siz işinizi yapın güzelce; dersinizi bir öğretmen gibi işleyin, çocuğun kişiliğini zedelemeyin, ona birey olarak saygı gösterin. Ona onurlu duruşu gösterip yaptırtın, kopya çekmemeyi başartın. Notu kendi gücünüzü kanıtlamak için kullanmayın. Çok mu zor? Onu sevginizle satın almak gibi kolay bir şey varken somurtkan suratlarınız ve tersleyen sözlerinizle ne kadar can yaktığınızın bir hesabını yapın. Ne kaybedersiniz? Aksine bu ülke sağlıklı bireyler kazanır. SBS’den de sıfır çeksinler, zararı yok. Ruh hastası nesiller olmaz hiç değilse. Fenâ mı?<br />
<br />
Özel dershaneler Birliği ile Özel Okullar Birliği TRT 2’de yan oturdukları koltuklarda tartışıyorlar. SBS hiçbir şeyi çözmedi falan. Tabi çözmez; amacı sizin şeylerinizi çözmek değildi ki! Size ihtiyaç kalmasın diye kondu SBS; baktınız hesaplarınız tutmuyor, daha sistem oturmadan kalksın, diye kampanya yapıyorsunuz. Olaya sizi dikizleyip tersinden baksak anlayacağız sistemin işe yaradığını. Kim para kaynağını kaybetmek ister, ey ahali?<br />
<br />
Çocuklarımız, sıkıntıdan apartman dairelerinin duvarlarını çiziyorlar; yağmurun sesini duymadan, yağmurda ıslanmanın tadını almadan, antibiyotikler ve vitaminlerle hurdaya çevrilerek büyüyorlar. Ruhları televizyon dizilerinin, çizgi filmlerin, bilgisayar oyunlarının peydahladıkları çirkinliklerle kirleniyor. Sonra biz, hiç utanmadan, sıkılmadan, suçu onlara yüklüyoruz. Onların o masum gözlerinin içine baka baka onlara kızabiliyoruz.<br />
<br />
Bakın, bacakları ne kadar zayıf, çünkü; hiç koşmuyorlar. Gözlerinin içi gülmüyor, geceler boyu görmediğimiz o kâbusları onlar gündüzleri de görüyorlar. Haksızlık bu!<br />
<br />
Bu yağmur beni duygusallaştırdı yine. Hadi Arap kaç, yine yakalayamayayım seni. Yine takılsın ayakkabım taşlara, yüzükoyun çamura düşeyim. Kuruturum elbiselerimi, kuru dalları toplayıp yaktığımız yağmur ateşlerinde. Çamuru da temizlerim, annem görüp üzülmez. Üşütmem merak etme. Bünye böyle sağlamlaşıyormuş, yeni öğreniyor annecilik-babacılık oynayanlar.<br />
<br />
Çocukların kâbusları sarsıyor ruhumu. Üzülüyorum. Gök gürültüleri sarsın her tarafı istiyorum, önce o korkaklar korksunlar. O güzel o masum çocuklardan korkan korkaklar. Ya ben, ben kim miyim? Ben bir öğretmenim çocuklar, öğretmenim; çağların gerisinde kalan.<br />
<br />
Mustafa Eyyüboğlu, Üç Şubat İkibinOn-<b>Bir</b>Mustafa Eyyüboğluhttp://www.blogger.com/profile/14017584111837702496noreply@blogger.com