Dolunay’da Güneydoğu Hatıraları: “Can Cıkıcı Bir Ayrıntıdır Ölüm”

Karşı blokun üzerinden görünüyor çocuksu hâli; gümüşten bir tepsi gibi asılı duruyor gökte dolunay… Balkondayım. İftar geçeli bir kaç saat olmuş, çay içiyorum. ‘Referandum yaygaracıları’ diyorum ben, işte onlar, elleriyle, ayaklarıyla, dilleriyle karabasan kovar gibi davranıyorlar; şaşırıyorum.

İktidar tarafından halkın önüne bir şeyler konuyor, halk da gidecek oyunu kullanacak; o kadar. Ne bu abartı? Vatandaşın devlete karşı bir kaç kazanım elde etmesi, neden rahatsız ediyor birilerini?

İnsanın dili, geçmişi sık sık terennüm etmeye; dikkati, hatıralarına daha sık yönelmeye başlamışsa, orta yaş belirtileri kalınlaşıyor demektir. İnanmazsanız vakti-zamanı gelince kendiniz tecrübe edersiniz. Tecrübe etmiş olanlara ise sıcak bir bardak çay ikram edip, balkona davet edebilirim. Anlatacaklarımın bir kısmına onlar da şahit oldular, çünkü.

Balkon geniş, dinlemek isteyen herkes sığabilir; ışığımız dolunaydan, anlatacaklarımız dolunayın şirin beyazlığının geldiği yönden… Güneydoğu’dan… Birkaç eli silahlı zorbanın elinde otuz yıldır acılar içinde yaşayan o sıcak ve kurak topraklardan…

Akşam yorgun argın evinize döndüğünüzde, mideniz, ayaklarınız vesair sorunlarınızla ilgili detayları halletmeden rahatlamazsınız. Ondan sonra da elinize televizyon kumandası ya da bir kitap iliştirip zihninizi nadasa yatırırsınız. Kumandanın televizyona uzanan burnu arada bir hareketsiz kaldığında, bir şehit haberi takılmıştır gözlerinize; birkaç saniye sonra içiniz burkularak hareket ettirirsiniz parmaklarınızı gezinti tuşlarının üzerinde. Güneydoğu ile ilişkileriniz sadece o kadardır. Can sıkıcı bir ayrıntıdır ölüm.

Gün olur sizden biri, ailenizden biri dolunayın geldiği yöne gidecek olursa işte o zaman bir ayrıntı olmaktan çıkar ölüm. Büyük, kocaman bir gelecek olur. Gideniniz bir askerdir, polistir, doktordur, hâkimdir, savcıdır ya da… bir öğretmendir.

Bir öğretmen…

Geçmiş zaman böyle işte; mesleğe başladığınız ilk günler aklınıza gelince duralarsınız. Gençliğiniz, o an ki düşünceleriniz gelir aklınıza; hüzün kaplar hücrelerinizi, gözleriniz dalar uzaklara.

Başlangıç önemlidir; kötü bir başlangıç meslek hayatınızın sonuna kadar sizi takip eder. İyi bir başlangıç ise mesleğinizle ilişkinizi sevgi ile korur. Verimli olursunuz. Enerjinizi ekonomik olarak kullanmayı öğrenirsiniz. Deneyimleriniz arttıkça öğrencilerinize daha faydalı olabildiğinizi anlarsınız.

Biz iyi başlamadık. İyilik nedir, nasıl bir şeydir tahlil etmek gerek, ama biz gerçekten iyi başlamadık. İyi başlangıçlara ayırdığımız sevgiyi bu iyi olmayan başlangıca da monte ettik sadece. Biraz değiştirdik bakışımızı; zorladık kaskatı edici gerçeği. Ölümün dudak uçlarına dokunup onu bir kenara ittik. Her an öldürebilecek/öldürülebilecek olan öğrencilerimize gündelik hayatları için hiçbir anlam ifade etmeyen şeyler öğretmeye gitmek nasıl bir şeyse, işte biz o şey ile her an iç içeydik.

Size, savaşta yaşadıklarını aktaran bir asker formunu kullanarak anlatmayacağım olanları… Benim işim eğitimle. Eğitim için oralara gidenlerle… Onların bugünlere kadar gelen ekilmiş tohumlarıyla…

Hassaten bugün olanları, kendilerini o kuru ve sıcak toprakların tek temsilcisi gibi gösterenlerin gözlerinden değil, bildiklerini televizyonlardan, gazetelerden ve kitaplardan derleyenlerin gözlerinden de değil; oralarda yaşamış ve bir süre sonra buralara dönmüş olanların gözlerinden anlatmak istiyorum.

“Burası, Güneydoğu’nun Parisi’dir” demişti Erdal. Öğretmenevi şehrin en büyük bulvarındaydı. Erdal’la öğretmenevinde tanışmıştık. Yanında da Mehmet vardı. İl merkezinde, depo tayinde epeyce beklemiştik, görev yerlerimizin belli olması üzerine, Erdal ve Mehmet damlamışlardı yanımıza. Tayinimizin çıktığı ilçeden gelmişlerdi. Biz dört beş kişi onların bu sıcak ilgilerinden rahatsız olmuştuk.

Çay ikram ediyorlar, yemeğe davet ediyorlar; her birimizin nerelerden geldiğini soruyor ve samimiyet kurmak istiyorlardı.Biz tedirgindik; kimin hangi amaçla bizle yakınlaşmak isteyeceğini bilmiyorduk.

Öğretmenevi saç sakal karışık özel harekât polisleriyle doluydu; onlar için de gidilecek tek sosyal mekân öğretmeneviydi şehirde... Burun ve kulak koleksiyonu yapanlarla, kaç kelle aldığını söyleyenlerin arasında bir yarış vardı. Tuhaftık, anlamsızdık; anlamlandıramıyorduk. Üstüne üstlük bir haftadan daha fazla bir süre orada, onlarla birlikte bulunuyorduk; tayinimizin hangi ilçeye çıkacağını da bilmiyorduk.

Dağlık ilçelere giden minibüslerin arkasında yazılanlar ise ekstra dramatikti; “Bu gidişin dönüşü olmayabilir”, “Elveda!”. O minibüsler askeri konvoyla gidip geliyorlardı. Sürekli saldırıya uğradıklarına dair haberler alıyorduk. Ve işin en yaralayıcı tarafı tayinimizin o ilçelerden birine çıkması olasılığına karşı sadece kendimizi düşünmemizdi; ne yapsak da o ilçelere çıkmasa tayinimiz? Mahşer yeri gibi; herkes kendisini düşünüyordu.

Torpil iddiaları gırla gidiyordu. Ankara’dan torpil ayarlayanlar, bulunduğumuz şehirde göreve başlar başlamaz, yasalara aykırı olarak 76. maddeden pat diye, doğdukları şehre, annelerinin yanı başındaki okullara atanıyorlardı. Bizse türlü endişelerle dağlık ilçelere tayinimizin çıkacağını düşünerek geceler boyu karmakarışık kâbuslar görüyorduk. Devlet, bizi, memurlarını/memur adaylarını terk etmişti; torpilliler kasılı halleri, kibirli yürüyüşleri ile dolaşıp duruyorlardı ortalıkta…

Biz ise; en büyük torpile dayamıştık sırtımızı… Soranlara ‘Torpilimiz Allah’, diyorduk. Hakikaten öyleydi; torpilsizdin de ondan, diyebilirsiniz… Emin olun değil, torpilden ilk nefret ettiğimde lisedeydim; gerisini siz düşünün. Rahmetlik babam, tayinimin bu şehre çıktığını duyunca, “Oğlum, istersen gitme!” demişti. “Hayır”, demiştim, “Baba, öleceksek ölümden kaçılmaz…”

İşimiz buydu ve işimizi yapıp kendi hayatımızı kurmak istiyorduk. Bundan kaçamazdık ki; bize başka fırsatlar sunan bir ekonomik zenginliğe sahip değildik devletçe. Devlete bile sahip değildik işte; anlatıyorum. Her taraf asker ve polisle doluydu; bir de eli silahlı bir sürü sivil.

Devlet yoktu. Ama memurları vardı.

Çay alır mısınız? Boğazım kurudu, ben alacağım.

Güneydoğu’nun Parisi’nde kaçak çay içilir. Kaçak, sınırlardan yasadışı olarak girdiği ilk günlerden kalan ismi bu çayın; şimdi yasal, Uzakdoğu çayı… Ama adı hala kaçak. Kuzey Irak’tan , Suriye’den gümrüksüz gelince ucuz oluyormuş… Ben hiç sevmedim. Daha bir sürü şeye kaçak derler, onların çoğu hakikaten kaçaktır hâlâ.

Listeler asıldığında o gencecik öğretmenlerin hâlini bir görseydiniz keşke… Yıllardır tayin bekleyen genç öğretmenlerin yüzlerindeki heyecanı, merak ve endişe dolu ifadeyi izlemişsinizdir televizyonlarda bilgisayar kuraları çekilirken. O gördüğünüz her şeyden yüzlerce kat daha ağır, daha yapışkan, daha gergin bir ifade vardı o gün hepimizin yüzünde ve ruhunda. Öldürülmeden öğretmenlik yapabileceğimiz bir yer istiyorduk sadece; başkaca bir isteğimiz yoktu devletten. Zamanla umursamadık da isteklerimizi…

Torpillilerin çoğu kıpkırmızıydı, kesin söz aldıkları yerlere tayinleri yapılmamıştı. Tuhaf, ama ben rahattım; il merkezi çıkacak diye güven duyuyordum Allah’a… Tayinim, on altı kilometre uzaklıktaki en yakın ilçesi çıkınca biraz şaşırdım; kesin söz almış da verilen söz tam tutulmamış gibi hafif burulmuştu içim…

Sonradan öğrenecektim, gittiğim ilçenin il merkezinden daha güvenli olduğunu. Gittiğimde de gördüm zaten, sık sık “Torpilin kim?” diye sorup duruyorlardı. Torpillilerin tayinlerinin çıktığı ilçeye tayinimin torpilsiz çıkmış olması, herkesi şaşırtmıştı. Allah kendisine güveneni hiç boş bırakır mıydı?

Erdal ve Mehmet ilçelerine tayinleri çıkmış bulunan yeni öğretmenleri harıl harıl arıyorlardı, öğretmenevinde. Bahçesi, salonu ve lobisiyle epeyce geniş bir alandı tabi, aradıkları yer… Bizi bulduklarında, herhalde yüzlerimizdeki endişeyi gördüklerinde gülmüşlerdir… Arabaları vardı ve eğer şimdi gideceksek ilçeye götürebileceklerini söylüyorlardı. “Hayır”, dedik, “Biz sonra geleceğiz.” Kim olduklarını nerden bilebilirdik ki? Fare öldürür gibi öğretmen öldürüyorlardı göreve başladığımız 1994’de… Ertesi gün otobüsle ilçeye gittik.

Güneydoğu’nun Parisi’ne gelirken yolda yakılmış yolcu otobüsü görmüştük. Bizim otobüsün bağlı olduğu firma haracını ödediği için bir şey olmamıştı. Haracı kim mi alıyordu? Kim bilebilirdi ki; görünen adı PKK idi… Ama herkes olabilirdi. Çünkü yapılan her şey PKK etiketi ile tarihe gömülüyordu.

Gerçi gömülüyor sanıyorlardı birileri, ama gömülmüyormuş demek ki… Bugün haberlerde emekli bir koramiralin geçmişte devlet politikası gereği bazı cinayetlerin işlenmiş olabileceğine dair beyanatı yüzünden savcılıkta ifade verdiğini söylediler…

Ahmet ve Erdal korucu bir aşiretin iki delikanlısıydı. Ve tayini çıkmış öğretmenleri güvenle ilçeye götürmek için gelmişlerdi. Bu bilgi de daha sonra öğreneceğimiz bilgilerdendi. Göreve başladığımız lisede -ilçenin 12 derslikli tek lisesi- neredeyse 8 tane genç öğretmen vardı; birkaç tane de eski öğretmen toplam 16 kişiydik.

Düşünün; biz gidene kadar lisede doğru dürüst öğretmen yoktu. Bir okul müdürü bile yoktu. Yıllar sonra diploma defterini de ben depodan bulmuş düzenlemiş ve kullanıma sokmuştum. Ki; diploma defteri bir okulun namusudur.

İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün de arşivi yanmıştı. Devlet bir bizim bordrolarımızla ilgileniyordu, bir orda vardı; ücretlerimiz, maaşlarımız hiç aksatılmadan ödendi. Küçücük ilçeye gelen paranın hesabı yoktu. Devlet bankası krediler dağıtıyordu; yıllar sonra bu krediler tahsil edilmeyerek yetimin, yoksulun hakkı korucu kabilelere akacak; bankalar bu giden ve dönmeyen parayı görev zararı olarak yazacaktı.

Birileri haraç alarak yaşıyor, büyüyor; başka birileri devletten geri ödemesi olmayan kredi alıyor; başka birileri korucu maaşı alıyor; diğer başka birileri yani Hizbullah dedikleri örgüt öldürdüğü PKK’lı kadar itibar sahibi oluyor ve devletin derinliklerindeki eli silahlı adamlardan para alıyor; asker ve polis operasyon tazminatı alıyor; birkaç organizasyon ortaklaşa silah ve uyuşturucu ticareti yapıyorlardı. Para, merkezdi.

Hepsini duyuyorduk; içerdekiler içimizdeydi. Küçücük ilçede kim kimdi hepimiz çok iyi biliyorduk. Emniyet İstihbarât da biliyordu; Mit de, Jandarma İstihbarât da, Jitem de, PKK da, Hizbullah da… Gündüz kahvede, gece dağlarda diyorlar, Hayır, gündüz kahvede gece ise karanlıkta idiler… Karanlık sokaktı, caddeydi, lojmanlardı, daha bir sürü bilinmedik yerdi; ama en az dağlardı.

Herkes Devletten besleniyordu; herkes… Sanki herkes devlet memuruydu bizim gibi… Ama nedense hep bizler ölüyorduk; biz öğretmenler.

Bizi niye öldürüyorlardı ki?

Bu dersler Türk’e, Kürt’e, Zaza’ya, Laz’a , İngiliz’e, Fransız’a, Arab’a da lâzımdı. Biz herkese lâzımdık. Kuzey Iraklı bir kürt gelip Türkiye’de bir kolejde okusa tüm dersleri Türkçe öğrenmeyecek miydi?

Fakat bizden korkuyorlardı; bizden korktukları için bizi öldürüyorlardı. Biz karanlığı söküp atabilirdik sokaklardan, caddelerden, evlerden lojmanlardan ve dağlardan. Biz ölüm korkusuna aldırmadan gelip göreve başlamıştık. Bunu herkes görüyordu; herkes biliyordu. O halde bizi bildikleri tek yolla durduracaklardı; öldüreceklerdi.

İki ay sonra bizden üç tanesini öldürdüler. İlçemizin köylerinden birinde; ikisi evli biri bekâr üç kardeşimizi gece evlerinden aldılar, götürdüler diz çöktürüp enselerine üç kursun sıktılar…

Kim yaptı bilmedik; fısıltılar duyuluyordu, öğretmenlerin üçü de nurcuydu diyorlardı. Oysa PKK, Hizbullah sempatizanı bir sürü adam vardı; kimse onlara dokunmuyordu, onlar birbirlerine dokunmuyorlardı.

İldeki törene gitmedim, gidemedim. Biz niye buradaydık? Ölmek için mi?

Namaz kılanlara Hizbullahçı, Ahmet Kaya dinleyenlere PKK’lı diyorlardı. Bazen aynı adam hem namaz kılıyor hem de Ahmet Kaya dinliyordu. Üniversite’de ülkücülerle oturup Ahmet Kaya dinlemiş; solcularla çay içerken kalkıp namazını kılmıştı. Bu türden adamlara bir şey diyemediler…

Üç yıl kaldım o topraklarda. Birçok dostum oldu. Öğrencilerime, “Silahla çözüm olmaz, öldürdüklerinize hizmet edemezsiniz”, diyordum, “Gidin vekil olun, mecliste çözün meselelerinizi…Bizimde beğenmediğimiz şeyler çok, ama geldik sizi yetiştiriyoruz.”

Üç yıl sonunda ayrılırken, karmakarışık duygular içindeydim. Meslek hayatım için neredeyse kusursuz bir temel atmıştım. Her şeyi el yordamıyla, bedeli hayatımız olacak şekilde öğrenmiştim.

Ayrıldığım günlerde-1997- daha bir dingindi Güneydoğu’nun Parisi… Siyaset, mafya, terör mola vermişti. Bir şeyler olmuştu; birileri ateşi kesmişlerdi. Bir şeyler olmuştu, birisi tehdit etmişti birini, “vururum kim vurduya gidersin” diyerek yasaların tozuna limon sıkmıştı.

Şimdi balkonda otururken Erdal’ın ilk karşılaştığımızda söylediği bir cümlesi yankılanıyor kulaklarımda: “Hayattaki en büyük acı, merhaba’yla buluşan ellerin elveda ile ayrılmasıdır.”

Dolunay epey yükseldi… Değil mi dostlar?

Referandum demiştik… Bırakalım, bu halk ne diyeceğini çok iyi bilir, ama ne olur birileri yırtınmasın “Hayır” dedirtmek için. Hiç inandırıcı olmuyorlar… Oturdukları yumuşak koltuklar ve minderlerden hakikat hiç görünmüyor maalesef…

Kimseyi kandırmaya kalkmasınlar; komik oluyorlar.


Mustafa Eyyüboğlu, YirmiÜç Ağustos İkiBinOn- Yedi