Uzay yürüyüşüne çıkmış olan astronotların o sonsuzmuş gibi görünen boşlukta neler hissettiğini bilmek isterdim. Çevrenin, insanların etkilerinden çok uzakta olmak, insanı daha mı özgür yapar? Özgürlük, baskılardan uzakta olmak mı demektir? Dünya’ya dönünce büyük bir rahatlamayla oh çekerler miydi? Bu soruları düşünürler mi, bilemiyorum, ama düşünmeleri ve cevaplarını gelip bize anlatmaları ne kadar iyi olurdu. Dünya’nın atmosferin baskısına, yerin çekimine alışkın olanlar için, uzayda dünyevî alışkanlıklarla hareket edememek özgürlük sayılamazdı. Baskılar olmayınca özgürlüğün de bir manası kalmıyordu. Gerçekle yüz yüze kalınınca yaşanacak kadar cesaret de gerektirirdi özgürlük.
Bir şeyi daha merak ederdim, uzayda. Orada insan, o sonsuz karanlıkla sarılıp kuşatılmışken, kendisini yalnız hisseder miydi? Bu yalnızlığın içine korku mu dolardı? Boşluk doldurucu bu korku, yerini bırakacak güven duygusu mu arardı? Bir rüyâdan kaçmak için uyanmak yeterken, uzayın korkularından kaçmak için ne yapılabilirdi? İnsan her şeye gücü yeten Allah’ı anmayı akleder miydi?
Berrak bir gecede yerin sakin bir tarafına oturup göğü seyretmek insanı korkutmaz. Aksine insana huzur verir. Uzanıp yıldızları tutamayacağını bile bile insan, göğün sonsuz karanlığının içinde özgürce dolaşabildiğini hayal eder. Hayalin gerçekle beraberken yaşattıkları uzaydaki astronotla yerdeki gök seyircisinin yaşadıklarının zıtlığında kendisini anlatıyor aslında. Gerçekle yüzleşmek korkutuyor, gerçeği apaçık görmek ürkütüyor. Baskıların esiriyken hayal kurmak, özgürlüğü aramak, özgürlüğü tasarlamak demek. Ama baskıların azaldığı yerde gerçekle yüz yüze kalmak korkutucu oluyor bazen. Mazeretlerin arkasına sığınamıyor insan.
Baskılar, tam 13 yıl insanları yıldırdı. Üniversitelerin ikna odalarında insanlık dışı uygulamalarla başı örtülü gencecik kızlarımız her şeyden bezdirildi. Nedeni belirsiz bir nefretin kurbanları oldular. Nice genç kız çağdaşlık denen bukalemun bir kavram kullanılarak yükseköğrenim haklarını kullanmaktan men edildi. 1997 yılına kadar genellikle sorun olmayan başörtüsü, o yıldan sonra başı örtülü devlet memurlarının dışlanma, tehdit edilme ve işten atılma vesilesi oldu. Başı örtülü eşe sahip bürokratların fişlenmesi ile daha büyük ve acınılacak dönüşümler yaşandı. Kişilikler hırpalandı; koca koca bürokratlar eşlerinin başörtüleriyle kariyerlerini, atamalarını karşılıklı iki kefeye koymak zorunda kaldılar. Baskı vardı ve baskı özgürlüğü hatırlatıyordu. Bu en azından çok sonraya umut bırakıyordu.
13 yıl sonra bugün, baskıların azaldığı, kısmi özgürlüklerin arttığı günleri yaşıyoruz. Uzay yürüyüşüne çıkan astronot gibiyiz. Alışkın olduğumuz baskıların baskın kodlarıyla düşünmek zorunda bırakıldığımızdan olsa gerek, özgürlükle ilgili hayallerimizi gerçeğe dönüştürmekte zorlanıyoruz. Gerçekle yüz yüzeyiz, ama özgürce düşünemiyor ve davranamıyoruz.
Bir gürültü koptu siyasi partilerin başörtü sorunuyla ilgili görüşme- görüşmeme tartışmasında. İlköğretim ve lise öğrencilerinin durumları korkutmuştu muhalefet partilerini. İnanılmazdı. Hâlen kendilerinde başkalarının nasıl giyineceğini dayatma hakları olduğunu düşünmeleri, yaş gruplarına göre takvim yapmaları ve bunun müzakere edilebilecek bir konu olunduğunun sanılması hakikaten inanılmazdı. Bunlar halka özgürlük vaat eden siyasî partilerdi. Baskıların kalkması, onları gerçekle yüz yüze getirmişti ve nasıl davranacaklarını bilmiyorlardı.
Baskıların kalkmış olduğunu, baskı gücü yüksek etkililerin yeni anayasa değişiklikleriyle güçlerini kaybetmiş olmalarından dolayı sanıyoruz veya umuyoruz. 1981 ve1982 yıllarında hazırlanmış Devlet okullarında görevli öğretmenlerle öğrencilerin ve Devlet memurlarının kılık kıyafet yönetmeliğinin uygulanıyor olması özgürlüğün ne olduğunu sorgulamamızı gerektiriyor. Darbe anayasası dediğimiz 1982 anayasasını özgürlükçü değişikliklerle yeni bir forma sokmaya çalışırken, darbe yöneticilerinin anayasada temeli olmayan başı açıklık ilkesini dayatan yönetmeliğini tartışamıyoruz bile.
Anayasa’sını değiştirebildiğimiz darbecilerin yönetmeliğini değiştiremiyoruz. Gerçekle yüz yüze kalınca mazeret üretemiyoruz da, yazık! Fakat aynı yönetmeliğin birçok âmir hükmünün başı açık bayan memurlarca ve öğrencilerce açıkça çiğneniyor olmasına da kimse sorgulayıcı bir karşı bakış açısı geliştiremiyor. Çağdaş(!) olanlar çiğneyince normal, çağdaş(!) olmayanlar çiğneyince anormal.
18 yaşına kadar velinin tasarruflarını benimseyip 16 yaşını dolduran genç kızı hâkim kararıyla(TMK M.12) evlendiren devlet, daha basit bir unsuru, giyim-kuşam gibi ayrıntıları kendi tasarrufuna alabiliyor. Bazı ileri görüşlü siyasetçiler, çocuk üzerinde ebeveynin giyim tasarruflarını baskı sayıp devletin yönetmeliklerini baskı saymayabiliyor. Başı zorla açtırmak ile başı zorla kapattırmak arasında ne gibi bir özgürlük farkı vardır? Devlet, çocuk üzerinde ebeveynden daha fazla hak sahibi olduğunu nasıl iddia edebiliyor?
Uzay boşluğunda, dünyadaki alışkanlıklarla yürümek zordur muhakkak. Baskıların azaldığı güzel ülkemizde de eski alışkanlıklarla yeni yürüyüşler yapmak da zor oluyor. Öğretmenler arasında bir anket yapılsa, sanırım, ilköğretim çağındaki kız çocuklarının başlarını örtebilmelerini çoğunun hayal bile edemediklerini, bu durumu çağdışı bulacaklarını öğrenmek kimseyi şaşırtmamalı. Demokrasi ve özgürlük bandı bu kadar kısır olan eğitim camiasının yeni dönemi pek anladığı söylenemez.
2008 yılında tüm okullarda ibadet edilecek mekânların oluşturulacağından bahsetmişti Milli Eğitim Bakanlığı. Galiba, korku tünelinde o konu da özgürlük sayfalarından silindi. Şimdi ise valilikler, her okulun önüne dikmek zorunda kaldıkları polis araçlarıyla güvenlik sağlamaya çalışıyorlar. Çocukların ve gençlerin uzay boşluğundan daha derin boşluklarda bunaldıklarından haberleri yok.
İbadet etmeye alışkın gençlerin, arkadaşlarını olumlu etkileyeceğini ya da en azından kendilerini kötü alışkanlıklardan ve diğer disiplinsiz davranışlardan koruyabileceklerini düşünmek ve buna izin vermek okul önlerine polis dikmekten daha kolay değil midir? AB ülkeleri, her okulda dua odası düzenlerken ortaçağ karanlığına dönmüş olmaktan korkmuyorlar mı?
Ortaçağ karanlığından bahsedenlerin ortaçağdaki baskıcı rejimlerden alacağı paylar olsa gerek. Atatürk, Batı’yı, modernleşme hedefi olarak gösterirken, okullarda dua odaları olduğunu çağdaş yobazlardan çok daha iyi biliyordu.
Özgürlükle ilgili yürüyüşlerde yeni alışkanlıklar edinmemiz gerekiyor. Modern ve çağdaş eğitim, birey merkezli programlar üretirken bireyin ruh sağlığını önemsediğini açıkça gösteriyor. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu da bireyin maddi-manevi gelişimini hedefliyor. Anayasa’nın ilgili hükümleri de manevi eğitimi önemsiyor. O halde çağdaş yobazların kanunsuz baskılarını ciddiye almamanın vakti gelmedi mi?
Mustafa Eyyüboğlu , Sekiz Kasım İkiBinOn- On