Onarıyor muyuz, Öğütüyor muyuz?

Peşinen itiraf edelim; her hâl-ü kârda insan haklarına aykırı davranıyoruz. Ebeveynler veya eğitimciler olarak insanın özüne müdahale ettiğimiz, dayatmalarda bulunduğumuz apaçık; nesnelerimiz olan nesillerimiz bunun farkında, ama biz gözlerimizi kapatıp yaptıklarımızı görmek istemiyoruz. Tüm maskeleme gayretlerimize rağmen saklayamıyoruz işlediğimiz cinayetleri; vakit geçti gidiyor.

Hiçbir çocuğumuz bizim ona öğretmek istediklerimizi öğrenmek istediğini söylemedi, söylemiyor. Biz onun okuyup yazmasını istiyoruz. Biz oyun çağında, ona asla ilgisini çekmemiş olan şeyleri öğrenmesi gerektiğini zorla dayatıyor, onun o masum hayal dünyasına bir zorba olarak giriyor ve onun kurduğu her şeyi târûmar ediyoruz. Sonra ona ne yaptığımızı düşünmeden, o kendisine dayattıklarımızı reddedince onu suçlamaktan utanmıyoruz. Onu başarısızlıkla suçlayıp, kendi başarısızlığımızı ve utanmazlığımızı saklıyor, o masum insan yavrusunu, yüksek çıkarlarımız gereği esefle başkalarına şikâyet ediyoruz. Ona bir başkasının çocuğu veya öğrencisi gibi davranıyor, insafsızca yapayalnız bırakıyoruz.

Oysa aynı şeyi çıkarlarımızın ilk durağı olan yakın çevremizdekilere yapmaktan imtina ediyoruz. Yetişkinlerin affedilmez hatalarını bile, hoşgörü ile karşılıyor; onların eleştirilerimizi küçümseyerek ve anında reddederek karşılayacak olan sert tepkilerine karşı çekinik kalıyoruz. Çünkü; o masum çocuklardan korkmuyoruz, korkmadığımız için onlara dilediğimiz gibi davranabileceğimizi düşünüyoruz. Onların insan olmaktan kaynaklanan haklarını her an küçük vesilelerle yok sayıp, onları hamurdan oyuncaklar gibi algılıyoruz.

Çocuklarımız, öğrencilerimiz anne-babaların veya öğretmenlerin oyuncakları değildirler. Onlar en az bir yetişkin kadar kendilerine ait, insan asaletine sahip varlıklardır. Onlar bizden önce kendilerine ait bir ruha sahiptirler. İyelik eklerimizi kullanma hakkımızın olması onları bizim çocuğumuz veya öğrencimiz yapabilir, ama malımız yapmaz; laboratuar nesnemiz yapmaz. İyelik eklerini her eşyaya yönelttiğimiz gibi onlara yöneltemeyiz. Ait olmak onların tercihidir.

On altı yıllık meslek hayatımda parçalanmış delikanlı ruhlarla karşılaştım. Dersimle ilgili amaçların yasal formunu her okuduğumda, bu amaçlara iliştirilmiş ve kategorize edilmiş davranışların her birini nasıl kazandırabileceğimi düşündüm. İlkeseldi her bir dersin formu; ütopikti. Üniteler, konular, amaçlar ve davranışlar daha yetkin birileri tarafından hazırlanmıştı ve bizden bu basamakların her birinin eğitim-öğretim yılı süresince kazandırmamız istenmişti.

Kazandırmamız gereken davranışlar ile bu davranışları kazanması gerekenler arasında doğrudan bir ilişki yoktu. Doğrudan ilişki biz öğretmenlerle bize kanunî dayatma hakkı bulunan hiyerarşik yetkililer arasındaydı. Öğrenmenin ilk ilkesinin ‘istemek’ olduğunu yetkin kişiler göz önünde tutma gereği duymamışlardı. Kalkınma planları hükümetlerin hazırladığı bir sürü önerme ve taleple doluydu; amaçlar da bu önermelere ve taleplere göre şekillenmişti. Nihâî hedef, çocuk ve delikanlı ergendi ve onun davranışlarındaki istendik formların tahakkuku idi. Fakat onun hiçbir aşamada fikri alınmamıştı.

‘Çocuğun, delikanlının fikri olmaz’ diye düşünen dayatmacıların yanılgılarının boyutlarını ölçebilmek zor değil. Ürünlerimiz her ailede yerli yerinde duruyor; dileyen araştırmacı kendisinden başlayarak insan hakları ihlallerinin boyutlarını rahatlıkla irdeleyebilir, sonra isterse çocuğun veya delikanlının fikirlerinin olup olmayacağına dair yeni fikirler ileri sürebilir veya yaşanılan katliamı fark ederek utanması gerektiğini düşünebilir.

Hiçbir eğitim-öğretim kademesi, yasalar ve yönetmeliklerle belirlenmiş hedeflere ulaşmamıştır; ulaşmayacaktır. ‘Öğretmen merkezli’ iddiasıyla üretilegelen öğretim programlarının eğitim boyutunun yetersiz oluşu, ‘öğrenci merkezli’ şeklinde yeni bir deneme biçimiyle eskisinden daha keskin dayatmaları neredeyse zorunlu hâle getirdi. Merkezî olarak hazırlanmış programların öğretmen merkezli uygulamalara endeksli olacağı açık bir şekilde ortada iken, öğrenciden araştırma yaparak öğrenmeyi istemek hayalci bir yaklaşım olmaktan öteye gidemiyor. Öğrenci, yani insan kendisinin ihtiyaçlarını tespit etme hakkını kullanmadan öğrenmeyi isteyemez. Araştırma yaparak öğrenmemiş olan öğretmenin, kendisine dayatılan her bir öğretim yöntem ve tekniğini kendisini merkeze alarak uygulayacağı da bellidir.

Peki, öğrenci kendi ihtiyaçlarını tespit edemez mi? Kesinlikle edebilir; fakat iyelik eklerini kullanmaktan bencilce haz almayan yetişkinlere de ihtiyaç duyacaktır. Nesnel değerlendirmelere göre, doğumdan sonra hızla öğrenmeye ve öğrendiklerini işlemeye, yeni bilgilere dönüştürmeye başlayan her insan yavrusu kendi ihtiyaçlarını tespit etmeye de başlamaktadır. Buna göre her yaş grubuna uygun, istemeye endeksli eğitim-öğretim programları düzenlenebilir. Kategorik olarak bu programların uygulanabilirliği, dayatmacı programlara göre daha kolaydır ve başarı oranı da yüksektir. Dayatmacı programların tümel başarısızlığı, bu tezin ileri sürülmesi için yeterli veriler içermektedir.

İlköğretim ikinci sınıf öğrencisi, her gün okunan andın anlamsızlığını sorgulayabiliyorsa, ona o andı okutmak, and ve and’la ilgili programların başarısızlığını peşinen kabullenmek demektir. Onun için ‘and’ gereksizdir. And, aldatmayı ve aldatılmayı öğrenmiş olan yetişkinlerin idrak ve irade çerçevesi için gereklidir. Her gün tekrarlanan andın ilköğretim 8. Sınıfın sonuna kadar sürmesi ile ortaya çıkan kazanımlar raporlanabilirse, sadece and konusunda arzulanan istendik davranışların kazandırılamadığı, aksine and ile ilgili formel algılamaların laçkalaştığı görülecektir. Diğer alanlarda da özellikle öğretim süreçleri ile paralel ilerlemeyen eğitim süreçlerinin, çocukların ruhsal panoramasını bozduğu artık gizlenememektedir. Tarafsız gözlemler ve anketler ilköğretim süresince yapılanların ‘insan haklarına uygun üretimler olmadığı’ kanısını güçlendirecektir. Yani; ilköğretim insan öğütme mekanizması olmaktan çıkarılamamıştır.

Liseler. İlköğretimin kısıtlayıcı ve dayatmacı kimliğinden sıyrılan öğrencilerin ruhlarının onarılacağı kurumlar gibi görülüyorlar. Gerçekten öyle mi? Yoksa ilköğretimdeki öğütme mekanizması daha sert ve uzlaşmaz bir şekilde liselerde de sürüyor mu? Dayatmacı anlayışların dayattığı sınavlarla kategorize edilmiş, elenmiş ergenlerin hangi eğitim-öğretim süreci ile onarılabileceği sanılmaktadır? Başarılı olup Fen liselerine yerleşenlerin karşılaşacağı eğitim-öğretim süreçlerinin kalitesinin sorgulandığı dönemde, her biri diğerine göre daha az başarılı öğrencileri konuklayan Anadolu liseleri kategorizasyon kurbanlarının ruhlarındaki parçalanmalara çözüm üretemezken, ‘başarısız’ öğrencilerin yerleştiği liseler ve meslek liseleri nasıl bir onarım sürecini programlayabilecek ve uygulayabileceklerdir?

Ne yazık ki; her türden liselerimiz çocuklarımızın ruhlarını onaracak, onları zenginleştirecek yeterlilikten uzaktalar. Öğretmenlerimizin büyük bir çoğunluğu bu sorunu, tembel ve öğrenilmiş bir çaresizlikle görmezden gelerek, sorunu ilköğretim süreçlerine mal ediyor; yapmaları gerekeni düşünmekten kaçıyorlar. Liseler, yasalara göre hazır bulunuşluluk düzeyinin göstergesi olan ilköğretim diplomasına sahip insan yavruları için yükseköğretime geçişte son basamaktır. Olması gereken bu; diplomanın sahibi, diplomanın gerektirdiği altyapıya da sahip olmalıdır. Peki ya diploma kalkınma planlarının dayattığı bir kağıt parçası ise? Öğretmen de aynı dayatmanın doğal bir ürünü olarak lise diplomasını da yeterlilik koşullarını taşımayan öğrencisine vererek bir kağıt parçasına mı dönüştürmelidir?

İlköğretim diplomasının kağıt parçası olması öğrencinin suçu değilse, lisede çalışan bizler, ‘hocalar’, hangi vicdanî kıstasa göre ‘Böyle gelmiş böyle gitsin’ diyebileceğiz? Oturup düşünmeliyiz, çocuklarımız, öğrencilerimiz topluma iradî ehliyetle girecekleri son bantta bizlerle birlikteler; onların ruhlarını dört yıllık süreçte onaracak mıyız, öğütmeye devam mı edeceğiz? Hepimiz farkındayız; her birimiz insan haklarına aykırı olarak, zorla, Matematik, Edebiyat, Tarih, Fizik, Kimya, Biyoloji ve daha birçok dersi öğretmeye çalışıyoruz. Bizi dinlemeyen öğrencilerimizi suçluyor ve her seferinde onları incitiyoruz. Her incinme onlardaki yaraları kanatıyor ve sorunların çeşitlenmesine neden oluyor.

Öğretmen odalarında asık suratla onlardan şikayet ederken, bir doktorun hastasından sırf hasta olduğu için şikayet etmediğini unutuyoruz. Doktor, kendisine gelen hastanın tahlillerini ve öyküsünü dinlerken, biz gençlerimizi, o güzel çocuklarımızı dinlemiyor ve onları aşağılamaktan çekinmiyoruz. Velisine saygı gösterdiğimiz çocuğun kendisine saygı duymuyor ve onu önemsemiyoruz. Onu duygusuz bir nesne olarak algılıyor ve dilediğimiz forma sokabileceğimizi zannediyoruz. Oysa hepimiz biliyoruz ki; özel olarak konuştuğumuz her bir delikanlı, sonraki davranışlarını daha da kontrol eder hâle geliyor. Sonuç alabileceğimizi bile bile bizi öğrencilerimizle, çocuklarımızla bir insan gibi ilgilenmekten ne alıkoyuyor? Biliyor muyuz?

Mustafa Eyyüboğlu, YirmiYedi Mart İkibinOn- Üç